SALIH TAS

GD Ergenekon

Güneydoğu Ergenekon’u (1): Fırat’ın ötesi adaleti çağırıyor

 

Ergenekon, Güneydoğu’da ‘devlet’in ta kendisi. Askerden de polisten de ‘devlet’ diye bahsediyorlar. Ve devlet ilk kez umut vermiş onlara. Yirmi yıldır mahkum oldukları korkuyu aşıp, savcılıklara dilekçe yağdırıyor, ‘adres’ veriyorlar

“Helikopterden taburun ortasına atılmışlardı. Oğlumu bir çizgi şeklinde taramışlar. Helikopterden atıldığında, vücudu ikiye bölünmüştü."

"Köyü taradılar. Kızım daha ilk anda vuruldu. Bütün köy kaçtı, ben kızımın cesedinin başında bekledim sabaha kadar." 

"Köylüleri topladılar. Aralarından seçip götürdüler. Ertesi gün cenazelerin tabura getirildiğini öğrendik. Savcı eşliğinde alabildik cenazeleri. Hiçbir tutanak tutulmadı."

"Biri beyaz Toros, bir siyah araba arama noktaları kurmuşlardı. Kimlik kontrolü yapıyorlardı. Alıp, o beyaz Toros'a bindirdiler. Bir daha görmedik."

"Muhtarı arayıp, hindi istediler. Üçü götürdü. Akşam eve dönmediler. Sabah gittiğimizde karakolun bahçesinde hindiler duruyordu. Ama onları bir daha görmedik"


Yirmi yıllık sessizlik
Artık içlerine gömdükleri acılarını haykırıyor, neredeyse 20 yılı aşkın bir zamandır çaresiz ve sessiz bekleyişten vazgeçip, savcılıklara, barolara, derneklere gidiyor, hayatlarında ilk kez dilekçe verip, adaletin yerine gelmesini istiyorlar.
Ergenekon davası, bir çoğumuz için Türkiye'nin hukuk devleti olması yolunda kritik bir viraj. Güneydoğu'da ise çok daha fazla anlam ifade ediyor. Onlar için Ergenekon, bir ölüm-kalım davası. Bütün dikkatleri  yaşamlarının bundan sonraki akışını belirleyecek en hayati konu olarak gördükleri bu davaya çevrili. 
Bugün Ergenekon davasının tutukluları arasında geçen bazı isimler, onların kabusu olmuş yıllarca. Levent Ersöz, Zekeriya Öztürk gibi isimlerin tutuklanabileceğine, yargılanabileceğine inanmakta zorluk çekseler de bu dava onların ilk kez umut etmesini sağlamış. Çocuklarının, kardeşlerinin, kocalarının, babalarının artık kaybolmayacağına, bütün köyün gözü önünde kurşuna dizilip, 'çatışmada öldü' denmeyeceğine, kaçırılıp işkence yapılıp, bir dere kenarında, su kuyusunda, terk edilmiş bir harabede cesetlerini bulmayacaklarına, evlerinin bir daha yakılmayacağına, kitleler halinde katledilmeyeceklerine inanmak istiyorlar.

Burası Şırnak cumhuriyeti

Bölgede başvuru sayısı hızla artıyor. Bazıları geçmişte de savcılıklara dilekçe vermiş, ama çoğunluğu başvuru yapmayı bile düşünmemiş. Şırnak Barosu’na son bir ayda yapılan başvuru 70'e yakın. Çoğunluğunu ilk kez yapılan başvurular oluşturuyor. Nedenini de Güneydoğu'da adeta 'efsane' haline gelmiş,  "Şırnak cumhuriyet, Silopi başkentti" sözüyle açıklıyorlar. Anlatımlarına göre bu 'cumhuriyet'te, yasaları koyan, uygulayan, yargılayan, hüküm veren ve infaz edenler hep aynı kişiler.
Birkaç günde 30'a yakın 'O hal' mağduruyla yaptığım görüşmelerde öykülerin hemen hepsi 90'lı yıllarda başlıyor, "İlk kez şimdi dilekçe verdim" ya da "Dilekçe vermiştim ama bir şey çıkmadı"yla bitiyor. Anlatılanların çoğunda 'adres'ler, isimler, merkezler aynı:

Kayıp değiller, failler belli

Kendilerinin de ısrarla vurguladığı gibi faili meçhul, ya da kayıp değil hiçbiri. Tanıklar, yerler, tarih belli. En az Aygan kadar ünlü, ondan çok daha fazla korktukları itirafçıların adlarını veriyorlar. Komutan isimleri sayıyorlar, 'ünlü' polislerden bahsediyorlar. İsimlerini bilmediklerini de tarif ediyorlar.
Ama bölgede yerleşmiş, kimi sivil unsurların ve itirafçıların adlarını söylemekte tereddüt ediyor çoğu. Çünkü hala etkili olduklarını, savcılığa dilekçe vermeye giderken kendilerini göz hapsinde tutarak baskı kurmaya çalıştıklarını anlatıyorlar. Hatta bazı polis şeflerinin bu isimlerin önünde ceketini iliklediğini iddia ediyorlar. Onlar için Abdülkadir Aygan'dan çok daha ünlü ve tehlikeli olmuş bu isimlere henüz dokunulmamış oluşu, en önemli korku nedenlerinden.

Artık bu korku bitsin
     
Kuşaklar boyu süren dehşet yıllarına rağmen isteklerini "Geçmişe sünger çekmeye hazırız. Yeter ki bu korkudan kurtulalım. Artık başımıza bunların gelmeyeceğinin garantisi verilsin" sözleriyle tarif ediyorlar.
Somut talepleri ise; "Anlattıklarına ilişkin Abdülkadir Aygan'ın ifadesine başvurulması, o dönem görev yapmış yetkililerin kimliklerinin belirlenmesi, komutanların, savcıların, belediye başkanlarının, kaymakamların dinlenmesi."
Yani hukuk devletlerinde zaten yapılanları, onlar daha yeni talep edecek cesareti gösteriyorlar.
Diyarbakır-Silopi hattında dinlediğim onlarca kişinin sözleriyle şekillenen tablo, bugüne kadar bütün  bildiklerimizin, tahmin ettiklerimizin, zannettiklerimizin çok ötesinde.

İnsan olmaktan utandım

Şunu eklemeliyim ki; bize öğretilen en önemli mesleki ilkelerden  olan 'gazetecinin özne olmaması'na sonuna kadar katılsam da bu kez bu kuralı çiğneyeceğim. Dinlediğim her bir öykü travma etkisi yarattı. Yalnız o acıyı hissetmedim, insan olmaktan utandım, suçluluk duydum. Günlerce uyuyamadım. Anlatılanlar gözümün önünde canlandı. Bazen bu duygular ikiye katlandı. Zaman zaman inanmakta zorluk çekip, şüpheye düştüm. Ama her biri diğerini doğruluyordu. Kullandıkları kavramları bile yerine oturtmak zamanımı aldı. Örneğin söze çocuğunun, babasının ya da kardeşinin kayıp olduğunu söyleyerek başladı çoğu. Ama öyküleri ilerledikçe kayıp olmadıklarını fark ettim. Onlar "kayıp"ı, yitirdikleri canlar için kullanıyordu. Kayıp kavramını, bizdekinin tersine 'belirsizliği' dışlayarak kullanıyorlardı. Faili meçhulleri de öyle. Çünkü nereye gittikleri de belliydi, kimin aldığı da, öldüren de. Kayıp dedikleri, alamadıkları cenazelerdi, bir mezarı bile olmayanlar.
Bu tanıklıkları yorumsuz size aktarırken umudumuz bunların bir daha yaşanmayacağı bir ülkenin yaratılmasına katkıda bulunmak.

Tanıklığa çağrı

Güneydoğu'da mağdurlar, yakınları, avukatlar, insan hakları aktivistleri yaratılan bu korku ve dehşet tablosunun, o dönem Güneydoğu'da görev yapmış pek çok askerin, sivilin, yetkilinin de vicdanlarını sızlattığına eminler. Onlara bir çağrı yaparak, gördüklerini, yaşadıklarını, bildiklerini anlatmalarını istiyor ve şöyle sesleniyorlar: "Lütfen tanıklık yapın. Vicdanınızın sesini dinleyin. Eğer çekiniyorsanız, gizli tanıklıktan yararlanabilirsiniz. O günlere dönmemek için, adaleti sağlamak için konuşun. Barolara, sivil toplum kuruluşlarına başvurun. Bunun bir insanlık görevi olduğunu unutmayın. Bu vahşete tanık olmak bile mağdur olmaktır. Siz de mağdursunuz. Yerine getirdiğiniz emirlerin ağırlığıyla yüzleşin. Adaleti hep birlikte sağlayalım!"

“Helikopterden atılınca ikiye bölünmüştü”

Cemalettin Bayan, oğlu Sadun'u 1988 yılında 'kaybeder.' Gece yarısı Derebaşı ile Kösrak köyü arasındaki bir yerden silah sesleri duyarlar. Sabah, beş kişi köyde yetiştikleri sebze meyveyi  Silopi'ye götürüp satmak için yola koyulurlar. Köyün yaklaşık 300 metre ilerisinde, 80-100 kişilik bir asker grubu önlerine çıkar ve durdururlar. Yola yakın bir yerde de iki çoban koyun otlatmaktadır. O iki köylüyü alıp komutanın yanına getirirler.   

Çocuklarımızı alıp gittiler

"Bana 'sen köye dön', bunlar bize gece çatışmanın olduğu yeri gösterecek' dediler. Bu yedi kişinin hepsinin yaşı da 30'un altındaydı. Ben köye döndüm mecbur. Onlar çocukları alıp gitti. Sadun, Üzeyir Arzıg, Reşit Eren, Fevzi Bayan ve iki çoban Abbas Çiğdem'le Münir Aydın'ı götürdüler. Akşama kadar bekledik. Gelen giden yok. Bütün gece bekledik. Sabah İlçe Jandarmaya gidip, çocukları sormaya karar verdik. Neredeyse bütün köy toplanıp, Silopi'ye gittik. Bazı köylüler, gece helikopterden taburun ortasına birilerinin atıldığını gördüklerini söylediler."
Cemalettin ve diğer çocukların aileleri Silopi Tabur Komutanlığı'na giderler. Önce çocukların cenazelerinin orada olduğunu kabul etmezler. Onlar ısrar eder, 'cenazelerimizi verene kadar buradan gitmeyiz' derler. Gerilim yükselir, tartışma büyür, olaylar çıkar. Kaymakamlık binası taşlanır. Hürriyet Gazetesi olayı "Bunlar Türk olamaz" manşetiyle duyurur. Ama olayların çıkış nedenini yazmaz.
Sonunda komutan, 'savcıyı getirin, cenazeleri öyle veririm' der. Gidip savcıyı getirirler. Savcı eşliğinde tabura girerler.
"Taburun eğitim alanında, etrafı toprakla çevrili bir çukura yan yana dizmişlerdi. Oğlumu teşhis ettim. Sadun'u sırtından çizgi halinde taramışlardı. Helikopterden atılınca ikiye bölünmüştü. Ağladık, bağırıp, çağırdık. Bir komutan yanımıza gelip bizi azarladı, 'susun' dedi. Hepsini alıp, bir traktörün arkasına dizdik. Camiye götürdük. İlçe halkının neredeyse tamamı toplandı. İlçe merkezindeki mezarlıkta kanal şeklinde, büyük bir mezar kazdık. Onları yan yana, tek sıra halinde gömdük.

Köyü boşalt emri gelir

Olaydan iki üç gün sonra Avukat Orhan Doğan ve o dönem ANAP milletvekili olan Nurettin Yılmaz taziyeye gelirler, bilgi alırlar. Cemalettin Bayan hepsine oğlunu askerlerin öldürdüğünü anlatır. Onlar gittikten sonra Cemalettin Bayan'ı, İlçe Emniyet Müdürlüğü'nden çağırırlar. Yasadışı gösteri organize etmekten ifadesini alırlar ve sorarlar: "Oğlunu kim öldürdü?" Cemalettin söyler: "Oğlumu askerler öldürdü." Oysa 'resmi' açıklama yedi gencin PKK ile çıkan çatışmada öldürüldüğüdür. Akşam bırakırlar. Köye döndüğünde muhtar olan kardeşi Abdülkerim'den, köyün boşaltılması için emir geldiğini, eğer boşaltmazlarsa kimseyi canlı bırakmayacaklarını söylediklerini öğrenir. Köyü boşaltıp, Silopi'ye taşınırlar. Hayvanlarını yarı fiyatına satıp, kiraya çıkarlar. İlkbahara kadar sessizce beklerler. İlkbahar geldiğinde kaymakama çıkıp, sebze-meyvelerini toplama izni isterler. İzin çıkar. Ama sabah gidip, akşam dönmek koşuluyla. Bir sabah yine köye giderlerken tam Yazı köyünden geçtikleri sırada askerler yolu çevirir. Herkesin geçmesine izin verirler ama Cemalettin'in katırını tutarlar.

Oğlumu askerler öldürdü dayağı

"Önce ayrıntılı bir arama yaptılar. Sonra komutan beni dövmeye başladı. Bir astsubaydı, komutan. Hem de soruyordu: 'Oğlunu kim öldürdü?' Ben yine oğlumu askerler öldürdü, dedim. Ağzıma öyle bir vurdu ki dişlerim elime döküldü. Karnıma, başıma, enseme vurdu. Yere düştüm, tekmeledi yine. Bayıldım. Kendime geldikten sonra bir askere, katırımı hazırlayıp beni göndermesini emretti. Komutan uzaklaşınca, asker yanıma geldi. Beni bir kütüğün üstüne çıkarıp, katıra binmeme yardım etti. O sırada kısık sesle 'seni öldürdüler amca ama elimden gelen bir şey yok' dedi."

Polis Yusuf  gelince anladım ki...

Cemalettin Bayan'ın yaşadıkları bununla kalmaz. Bir gece damda yatarken, komşunun evine polisler gelir. Komşudan kendisini sorduklarını duyunca, 'onlara bir zarar gelmesin diye' kafasını kaldırır ve 'Cemalettin benim' der. Bölge halkının yakından tanıdığı Polis Yusuf'u görünce başına gelecekleri anlar. Götürüp nezarete atarlar. Gerisi, daha önce başına gelenlerin aynısıdır. Bir kaç kez daha nezarete alınır, dövülür, hakarete uğrar. Ama o inatla oğlunu askerlerin öldürdüğünü her yerde tekrarlar.
Cemalettin Bayan, bölge için, özellikle de o dönem için oldukça cesur bir örnek. Hiç vazgeçmeden adaletin gerçekleşeceği günü beklemiş. O nedenle de öyküsünü bitirirken söylediği son söz "ölümüne davacıyım" oldu.

YARIN:
Tanıklar anlatıyor:
- Köyün taranma emrini C.T adlı komutan verdi.
- Askerlerin açtığı ateş sonucu iki çocuk öldü.
- Botaş Karakolu’nun yakınlarında cesetler bulundu.

 Güneydoğu Ergenekon’u (2): Kıbrıs gazisine PKK’lı dediler

Gözaltına alındı, bir daha görülmedi. Beyaz Toros’a bindirildi, geri dönmedi. Yer gösterecekti, cesedi verildi. Köy tarandı, Hediye öldü. Çatışmada vuruldu denen Fevzi Bayan’ın taziyesine Ecevit’ler bile geldi

Helikopterden Silopi Tabur Komutanlığı’nın ortasına bırakılanlardan biri de Fevzi Bayan’dı. Babası Fadıl Bayan, gazilere verilen oğluna ait askeri kimliği hep üstünde taşıyordu, adaletsizliğin simgesi gibi. Elleri titreyerek kimliği uzatırken “O Kıbrıs gazisiydi. Kurşuna dizip, PKK’lı olduğunu iddia ettiler” dedi, kısık bir sesle. Fadıl Bayan olaydan kısa bir süre sonra Bülent Ecevit ile Rahşan Ecevit’in taziyeye geldiğini, bilgi aldığını ama bir daha ses çıkmadığını anlatırken, gecikmeli bir sitemi dillendiriyordu.

Bütün köy tanıktı

Bayan ailesinin bunları yaşadığı tarihler 1988-1989’dur. Öncesi de vardır ama 1993, 1994, 1995 hatta 2000’li yılların ortasına kadar değişen pek bir şey olmaz. Örneğin Şırnak’ın Damlarca Köyü’ne ateş açıldığında yıl 1993’tür. 18 yaşındaki Hediye yere yığılır. Bütün köy ateşten kaçarken, baba Mehmet Erbey kızının ölüsü kollarında sabahı bekler. Erbey’in iddiasına göre ateş edenler asker, komutan da Cemal Temizöz’dür. 1987’den itibaren bölgede faaliyet yürüten JİTEM’de, Albay Arif Doğan, Binbaşı Cem Ersever, Albay Aytekin Özen, Binbaşı Cahit Aydın, Albay Nurettin Ata, Binbaşı Abdülkerim Kırca, Yüzbaşı Ali Yıldız ve Yüzbaşı Cemal Temizöz komutanlık yapar. Dolayısıyla halkın yakınen tanıdığı isimler arasındadır.

Savcılar ihbar saymıyor

JİTEM’in infaz timlerindeki itirafçı, korucu gibi sivil unsurlar ise o yıllarda sayısı 10 binli rakamlara ulaşan kayıpların sorumluları arasındadır. Bu kayıplardan biri de Hasan Ergul’dur. 10 yıl boyunca hiçbir iz bulunamayan Ergul hakkında, ilk bilgiler Aygan’ın itiraflarıyla ortaya çıkar. Aygan, JİTEM kurbanlarını anlatırken Ergul’un, Silopi’den alınıp Diyarbakır JİTEM’e götürüldüğünü, orada sorgulanıp öldürüldükten sonra Hazar Gölü kıyısına atıldığını söyler. Atıldığı yerin krokisini de açıklar. Aygan’ın itirafları resmi mercileri harekete geçirmese de ailesi ocak ayının 27’sinde Silopi Başsavcılığı’na başvurarak, tarif edilen yerin kazılmasını, DNA tetkiklerinin yapılmasını istedi. Şimdi o da binlerce kayıp yakını gibi sonucu bekliyor.

“O komutan devleti kirletti”

Kardeşi Fevzi Bayan’ı 1989 yılının sonbaharında kaybeden Fadıl Bayan, Silopi’nin Derebaşı Köyü’ndendir. Köy, Cudi Dağı’nın tam eteğidir. Bir gün PKK yaklaşık 300 kişilik bir grupla köyü çevirir. Herkesi camiye toplar. Önce propaganda konuşmaları yapar, sonra da 14 genci seçip, zorla götürür. Yaklaşık 20 gün sonra bir gece yakındaki Körseli adlı Süryani köyünün yakınında operasyon olur. Geç saatlere kadar silah sesleri... Korkudan köylülüler uyuyamaz. Sabahleyin Silopi’yi sebze-meyve ve odun götürenler birlikte sabah 06.30 civarında yola düşerler. Gerisini Fadıl Bayan şöyle anlatır: “Tam köyün çıkışına geldiğimizde askerlerin yolu tuttuğunu gördük. Kardeşim Fevzi ile Abbas Çiğdem koyunların başındaydı. Yanlarında da köyden bir çocuk vardı. Asker komutanın emri üzerine Fevzi ile Abbas’ı da komutanın yanına getirdi. Bizim köylüler arasından da dört kişiyi seçtiler. Komutan dedi ki, ‘bunlar bize gece çatışmanın olduğu yeri gösterecekler, siz gidin’. Hepsini alıp çatışmanın olduğu Deştik mevkiine götürdüler. Biz hiç bilemedik ki öldürecekler. O gece bize haber geldi, hepsi kurşuna dizilmiş.”
Gücü olan herkes, bütün köylü, kadın-erkek yaya Silopi’ye gidip  Tabur’un kapısına dayanır, cenazelerini ister. Olaylar çıkar. Sonunda savcı eşliğinde cenazeleri alırlar. Bayan, Tabur komutanına “Bu çocuklar PKK’lı değildi” der. Ama komutan “PKK’lıydı, çatışmada öldüler” yanıtını verir. İşte bunu ölümden de ağır bulur Fadıl Bayan. İlk günkü öfkesiyle devam eder sözlerine: “Benim oğlum Kıbrıs gazisiydi. Olaydan 10 gün kadar sonra Bülent Ecevit ile Rahşan Ecevit, taziyeye geldi. Olayı anlattık. Ama Ankara’ya gittikten sonra bir daha ses çıkmadı. Ben 65 yaşındayım. Biz hepimiz Türküz, aynı bayrak altındayız. Bu komutan hem bizi üzmüştür, hem devleti kirletmiştir. Devletten rica ediyorum, bu çocukları öldürenlerin cezasını çekmesini istiyorum.”

‘Serbest bırakıldı’ ama kayıp
Abubekir Aras, 1994 temmuzundan beri kayıp. Babası Abdurrahman Aras, Cizre’de bildiri dağıtan Hediye Ugiş’in yakalanmasından sonra başlarına gelenleri anlatırken aslında bir döneme damgasını vermiş klasik bir kayıp öyküsünü de anlatıyor: “Hediye Ugiş, oğlumun adını vermiş. Bir sabaha karşı evden aldılar. Av. Aydın Satıcı, emniyeti aradı. Evden alındığında cumartesiydi. Her yeri aradık ama ‘bizde yok’ dediler. Pazartesi adliyeye gidip bekledik. Evrak getiren polisler ‘bıraktık’ dediler. Onu işkencede gören biri var. Cizre Savcılığı’na, Şırnak Valiliği’ne, Diyarbakır Emniyeti’ne  İHD’ye başvurduk. Yanıt alamadık. İki üç ay sonra Vali Kamil Acun Cizre’ye gelince ayaklarına kapanıp yalvardım. ‘Öldürmüşseniz cesedini verin’ dedim. ‘Araştıracağım’ dedi. Beş altı gün sonra iki polis evime geldi. Bana ‘oğlun emniyetten bırakılmış’ dedi. Oysa o tanık, oğlumla iki-üç gün nezarette birlikte kaldıklarını, ağır işkence gördüğünü anlatmıştı. Onu işkenceden geçiren de TEM’de Mehmet adlı polismiş...”
Babanın ısrarlı başvuruları üzerine Cizre Savcılığı emniyetten bilgi ister. Savcılığa 3. Sınıf Emniyet Müdürü H. Hayri Aslandağ imzasıyla şu yazı gönderilir: “Abubekir Aras 17.07.1994 günü saat 05.30’da nezaret altına alınmış, aynı gün saat 20.30 sıralarında salıverilmiştir.”

Tarih 23.05.95’ti, beyaz Toros’a bindirdiler...
Ato Ergul, 23.05.1995 yılından beri kayıp olan abisi Hasan Ergul’un bulunması için savcılığa dilekçe verdi. Ergul dilekçesinde, Aygan’ın itiraflarında abisinin cesedinin bulunduğu yeri de tarif ettiğini söyleyerek, kazı yapılmasını talep etti. “Çukurca’nın Yeniköy mezrasında yaşıyordu. Hasan’ın Silopi’de bir ortağı vardı. Traktöre buğday doldurup, ortağın payını götürmek için çocuğu ile beraber Silopi’ye gidiyor. Buğdayı boşalttıktan sonra dönmek için yola çıkıyor. Silopi çıkışında, yol üstünde biri siyah, biri beyaz Toros durdurup, almak istiyor. Gitmemek için mücadele veriyor ama silahları çekip götürüyorlar. Bütün aramalarımıza rağmen hiçbir haberini alamadık. Kardeşimin çocuğunu ise orada bırakıyorlar. O zamanlar 5-6 yaşlarındaydı. Tanıdık bir köylü görüp, çocuğu yanına alıp götürüyor. Zaten abim götürülürken başka gören köylüler de oluyor. Onu götüren taksilerin JİTEM araçları olduğunu söylediler.
Abimin hiçbir örgütle alakası olmadığını herkes bilirdi. Zaten daha önce de birkaç kez gözaltına alınmış, bırakılmıştı. Bazı yerlere götürüp, eline kaleşnikof verip fotoğraflarını çektiklerini söylemişti, bir keresinde. Ben 9 yıl korkudan Silopi’ye gelemedim. Annem bir dilekçe vermiş, bir iki ay sonra. Kayda geçti mi bilmiyoruz. Ancak Aygan’ın ilk açıklamalarından sonra biz uğraşmaya başladık.

Hazar’ın kıyısına atıldı

Aygan beyanlarında, Hasan’ı Silopi’den aldıktan sonra Diyarbakır JİTEM’e götürdüklerini, orada sorgulanıp öldürüldükten sonra Hazar gölü kıyısına atıldığını söyledi. Aygan’ın daha önce söylediği Murat Aslan’ın başına gelenler ve gömüldüğü yer konusunda bütün söyledikleri doğru çıktı. Kendisinin ifadesine başvurulmasını, bunları kimlerle yapmışsa hepsinin sorulmasını istiyorum. Hepsinden şikayetçiyim. Aygan’ın açıkladığı krokiyi de verdim savcılığa. Oranın kazılmasını ve DNA testinin yapılmasını istiyorum.”

Yüzbaşı Temizöz sorgulansın
Mehmet Erbey, Güçlükonak, Damlarca Köyü’nden. Kızı Hediye’nin ölümünden sorumlu tuttuğu Cemal Temizöz’ün sorgulanmasını istiyor. Köylerine ateş açan askerlerin o dönemde Yüzbaşı olan Cemal Temizöz’ün emriyle hareket ettiğini öne süren Erbey’in kendi ağzından öyküsü:
“1993 yılı, sonbaharıydı. Akşam namazına az vardı. Bizim köy, Düzoava ile Yuvarlık köyleri arasındadır. Bu arada yüksek bir zirve vardır. İşte o zirveden birden köye tank ve toplarla ateş açıldı. Kızım o ateş başlar başlamaz vuruldu. 18 yaşındaydı. Herkes apar topar köyden kaçtı. Ben Hediye’nin başında bekledim. Göğsünden vurulmuştu. Sabah oldu, askerler gidince, mezarlığa götürüp gömdük. Korkudan şimdiye kadar hiçbir yere başvuramadık. O top, tankın Temizöz’ün emrinde olduğunu herkes biliyordu. O ateş açıldığında iki ölü daha oldu. İki de yaralı vardı. Abdülrezzak Sezgin’in de kızı ile kardeşinin oğlu Mehmet öldü. Üçünü camiye götürdük, yıkadık gömdük. Şu güne kadar hiçbir şey yapmadık. Ama şimdi ölümüne kadar davacıyım.”


YARIN:

- Yılbaşı hediyesi olarak hindi götürdüler ama geri dönmediler.
- “Burada savcı Cemal’dir.”
- Komutan Halil Yüzbaşı’nın ifadesi alınsın.

Tanıklar konuştukça JİTEM elemanlarından yepyeni isimler de kayıtlara girmeye başladı. 'Sözde' itirafçı Aygan yurtdışına kaçtı ama Abdülhakim Güven, Adem Yakın gibi 'özde' itirafçılar hâlâ bölgede kol geziyor

Güneydoğu Ergenekon’u (3): Gözleri ‘özde’ itirafçılarda

 

 

"Haziran falandı. Cem Ersever görüşmeye geldi. Altı ay sonra abim kayboldu."

"Askeri birliğin içinde kamuoyunda itirafçı olarak bilinen Abdülhakim Güven, 'Bedran' kod adlı Adem Yakın ve Beşir vardı."

"Dört ay sonra Botaş yakınlarındaki kuyuda cesetler bulundu."


Mağdurların her biri, asker-polis-itirafçı üçlemesinin bir başka boyutunu tanımlıyor, yıllarca süren dehşeti 'ete kemiğe büründürüyor', kanlı bir tarihin yakın tanıkları olarak belki de geleceğe yön veriyorlar.

Cem Ersever işbirliğine zorladı

Yıllar sonra resmi kayıtlarda yerini alan ifade sahiplerinden Doktor Sabri Soysal, 1995 yılından beri kayıp olan abisi Süleyman Soysal'ın öyküsüne, neredeyse bir kayıp 'klişesi' ile başlıyor: "Alışveriş için Özgenköy'den Silopi'ye gitmiş. Öğleden sonra dönmüş. Döndükten hemen sonra bir telefon gelmiş. Yengemin anlatımına göre  'Benim acil bir işim çıktı. Silopi'ye geri gidiyorum' deyip çıkmış."
Süleyman Soysal'ın en son görüldüğü yer Çimen tesislerinin yakını, tarih ise aralık ayının 29'udur. Tanınmış isimlerdendir. Kullandığı otomobilin markası Mercedes olduğu için gözden kaçması zor biridir. Görgü tanıklarına göre, Silopi'den köye dönerken Çimen tesisleri civarında durdurulur. Durduranlar ise beyaz Toros'la mavi renkli iki otomobildir.

Beyaz Toros durdurdu

"Biri kardeşimin yanına biniyor. Ve iki araç aralarına abimin arabasını alarak, kilise mevkiinde, bugünkü un fabrikasının yolu üzerinde güneye doğru ilerliyorlar. Ertesi gün Başköy'den arabanın bulunduğu haberi geldi."
O sıralarda Mersin'de görev yapan Sabri Soysal, köye iki kez gelir. Ve her iki gelişinde de beklenmedik biçimde yaşamının en önemli iki anına tanık olur. İlki;  komutan Cem Ersever'le tanışması, ikincisi ise abisinin kaybolmasıdır.
"Sanırım haziran ayıydı. Ersever abimle görüşmeye iki siville geldi. Birlikte oturduk, sohbet ettiler. Abime 'Sen sevilen birisin, devlete yardımcı olman lazım' dedi. Abim de 'biz zaten karşıt bir şey yapmamışız' diye cevap verdi. Ersever, 'bize yardımcı olursan, her tür sorununu çözeriz' gibi sözler etti. Sonra da abimle yalnız konuşmak istedi. Onlar gidince abime ne istediğini sordum. 'Benim resmen muhbirlik yapmamı istiyor. Yapmazsam sıkıntı çekeceğimi söylüyor' dedi. Abim kabul etmediğini söyledi."

Eşimin yüzünün yarısı yoktu

Leyla Aybı'nın eşi Damlaca Köyü'nde orman işçisidir. 1993 yılı kış aylarında "Tansu Çiller'in özel timi bastı" diye söze girer Aybı. Eşi İbrahim Aybı'yla birlikte, Raşit Direkçi, Mahmut Çevik, Şehmus Çevik ve Derviş Geyaş'ı alıp götürürler. Hemen ardından silah sesleri gelir. Koşarak sesin geldiği yere gittiklerinde gördükleri manzara şudur:
"Hepsinin cesedi paramparçaydı. Eşimin yanına eğildim ki yüzünün yarısı yoktu. Üstümüzde ise bir askeri helikopter çok alçaktan tur attı. Ben bu sırada ellerimle onun başından akan kanları toplamaya çalışıyordum. Kocamı sırtlayıp köye getirdim. Köydeki mezarlığa gömdük. Mezarlığı gösterebilirim. İlk kez başvuruyorum."

‘Çok ceset vardı, hepsini çıkaramadık’

Mehmet Ömeroğlu (Soyadını daha sonra değiştirmiş) ve Ahmet Şayık, otomobilleri ile birlikte Habur Sınır Kapısı'na gider, bir daha dönmezler. En son görüldükleri yer, Horoz nakliyatın bulunduğu, Habur- Haçkonaklama arasındaki mevkide kurulu arama noktasıdır. Gözaltına alındığını gören şoförler haber verince, savcılığa, emniyete, jandarmaya giderler ama yanıt değişmez: "Bizde yok."
Araç üç gün sonra Çukurca Köyü'nün yakınında yanmış halde bulunur. Kardeşi Salih Tayboğa, 1994 yılında kaybolan kardeşini dört ay sonra bir kuyudan çıkarır: "Botaş karakolunu geçince Sinan lokantasının yanındaki kuyuda cenazeler olduğunu duyduk. Onu da şöyle öğrendik: Kumçatı'dan kaçırılıp öldürüldükten sonra kuyuya atılanlardan biri  Korucubaşı Osman Demir'in yeğeniydi. Araya hatırlı kişileri sokmuş ve cenazenin yerini bulmuştu. Belediye ekipleriyle  kuyudan üç ceset çıkardık. Tanınmaz haldelerdi. Suyun içinde çürümüşlerdi. Savcı da vardı. Sonra Başköy'de Silopi mezarlığına defnettik. Kimlikleri tespit edilemedi."

Üç itirafçı, bir komutan

İzzet Padır'ın 1994 yılının haziran ayında Üçağaç Köyü, Zıristan mezrasından alınışını oğlu Harun Padır'ın ağzından aynen aktarıyoruz: "Askeri birlik köyü sardı. Köylüleri toplayıp, kimlik kontrolü yaptı.
Birliğin içinde itirafçılar Abdülhakim Güven, Bedran kod adlı Adem Yakın ve Beşir de vardı. Köyden, İzzet Padır, Abdullah Özdemir'le beni aldılar. Beni o gece bıraktılar. 'Diğerlerini sonra bırakacağız' dediler. Daha sonra yaptığımız başvuru üzerine savcılık, Cizre İlçe Jandarma Komutanlığı ile yazıştı. Komutan Cemal Temizöz'dü. Temizöz, 'şahısları aldık ama bıraktık' demiş. Adı geçen itirafçılarla Cemal Temizöz'ün sorumlu olduklarına inanıyoruz."


YARIN:

- Tanıklar bölgede etkili olan itirafçıları anlatmaya devam ediyor.

Güneydoğu Ergenekon’u (4): İşaret ‘itirafçı komutanlar’dan

Onlar, Aygan'ın sözünü ettiği itirafçıları yıllar önce pek çok 'kayıp' öyküsünün aktörü olarak tanımışlardı. Her biri ‘son’u olmayan öykülerinde farklı bir isimden söz ediyor; 'komutan'ın yanına 'Berdan'ı, 'Hakim'i ekleyerek... Bölge halkı üzerinde sadece isimlerinin bile korku yaratmaya yettiği itirafçılar, mağdurların ifadelerine yeni yeni yansımaya başlasa da Abdülkadir Aygan bazılarını gayet iyi tanıyordu. Aygan, bu isimlere ilişkin 2004'te bilgi verirken, itirafçı ve askerlerden oluşan timlerin faaliyetlerine de ışık tutuyordu: "Aslen Cizre'li olan itirafçı Abdülhakim Güven, Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi'nden bırakıldıktan sonra Cizre'de Jandarma Komutanı Yüzbaşı Cemal Temizöz'ün emrine girdi. Ve Adem Yakın, Hıdır Altuğ, Berces Ergin, Hüseyin Bülbül, Sefer Bildik gibi itirafçı ve uzman çavuşlardan oluşan bir ekip kuruldu. Bunlar o yörede Cizre Jandarma İlçe Komutanlığı emrinde çalışan kişilerdi. Resmi olmamasına rağmen o zaman yüzbaşı olan, sonra da JİTEM Komutanı olan ilçe komutanı Cemal Temizöz, bunların yanına iki üç tane de uzman çavuş vermişti. Onlar da sivil giyimliydi. O bölgede terör estiriyorlardı."

'Berdan' alıp götürdü

Kimilerinin 'sözde itirafçı' diye nitelendirdiği Aygan'ın açıklamalarını doğrulayan bir örnek de Reşit Acar'ın anlattığı kardeşi Mehmet Acar'ın 1994'teki kayboluş öyküsü.
"Şubat ayıydı. Abdülhakim Güven, 'Berdan' ve 'Hakim' kod adlı itirafçılarla, bir sivil daha, üç kişi Toros marka beyaz bir binek arabayla köye geldiler. Abdülhakim Güven o zaman bıyıklıydı. Sonra gördüğümde bıyığını kesmişti. Orta boylu, beyaz tenli, koyu renk saçlı biri. Berdan esmer, kıvırcık saçlıydı. İkindi vakti geldiler. İfadesini alacağız diye, İlçe Jandarma'ya götürdüler."
Reşit Acar, kardeşinin alınması üzerine korucubaşına gidip, 'hatır' için aracı olmasını ister. Mehmet bırakılır ama bir hafta geçmeden aynı ekip tekrar gelir. Köy yolunda duran arabadan Bedran inip Mehmet'i çağırır.
"Giderken kardeşim bana 'Eğer iki gün içinde dönmezsem beni sorun' dedi. İki gün bekledik, gelmeyince yine korucubaşı Demir'e gittim. 'Eve gidin' dedi. Baktık yardım etmeyecek, jandarma komutanlığına gittik, 'Buraya geldi ama bıraktık' dediler."
Reşit Acar, kardeşinin örgüte yardım yataklıkla suçlandığını, altı ay cezaevinde yatttığını da aktardıktan sonra şu ayrıntıyı veriyor: "O dönemde Abdülhakim Güven de cezaevindeydi. Kardeşimi oradan tanıyordu. Bugüne kadar hiç savcılığa başvurmadık. Zaten sonuç alınmıyordu."

"Anladım. Babam gitti..."

Kavallı Köyü muhtarı olan Yusuf Kalenderoğlu, 22.02.1995'te işleri için Silopi'ye gider. Dönemin kaymakamı ile görüştükten sonra, akrabaları Ahmet Dansık ve babası Mehmet Dansık'ın aracıyla köye dönmek üzere yola çıkarlar. Şahin Kalenderoğlu babasının görüldüğü son noktayı ayrıntıları ile anlatıyor:
"O hafta JİTEM elemanları sivil araçlarla arama noktaları kurmuşlardı. Beyaz ve siyah iki Toros arabaları vardı. Ortaköy ile BOTAŞ'ın bitişiğindeki Selebiye mezrası yolu ve Kavallı Köyü yolunda kimlik kontrolü yapılıyordu. Biz o zaman anlamıştık birilerini alacaklarını. Babamlar, Selebiye mezrasından Kavallı'ya giden yolda, BOTAŞ'taki askeri noktada alınıyorlar.
O zaman 'Muhtar Ali' diye bilinen JİTEM binbaşısı,  Silopi İlçe Jandarma Komutanı Abdullah Üsteğmen, 'Cengiz' kod adlı Mahmut, Uzman Çavuş Özcan, Bekir Üsteğmen, Ali Binbaşı'nın emrinde çalışıyorlardı.
1993-95 arasında bunlar faaliyetteydi. Bizim köy, ilçe jandarma komutanlığına bağlıydı. Babamlar o akşam gelmedi. Sabah Silopi'de herkesi aradık. En son görenler 'Eve geliyordu' deyince, ben anladım. Babam gitti..."

"Siz götürdünüz dedim"

Savcıya, emniyete, kaymakama çıkarlar. Hepsinden "Bizde yok" yanıtı alınca bu kez toplu olarak ilçe jandarmaya giderler. Şahin Kalenderoğlu, bu kez açıkça İlçe Jandarma Komutanı Abdullah üsteğmene "Siz götürdünüz. O siyah, beyaz taksiler kimin, nasıl kimlik kontrolü yapıyorlar" der ama yanıt değişmez: "Bizim sivil ekiplerimiz yok." Bu sözü duyan "Mahmut" adlı itirafçı Şahin Kalenderoğlu’yu bir süre rahatsız etse de, babasının peşini bırakmaya niyeti yoktur.
"İki gün sonra Diyarbakır'a Hasan Kondakçı Paşa'nın yanına gittim. Diyarbakır Asayiş Komutanıydı. Alay komutanı da Mete Sayar'dı. Kondakçı Paşa bana, 'Ben de arıyorum, acaba PKK dağa mı götürdü' dedi. Ben de 'PKK BOTAŞ'la Silopi arasında nasıl götürecek' dedim."
Bütün uğraşılarına rağmen Şahin Kalenderoğlu tam 14 yıldır babasının izine ulaşamadı.

Hindi götürdüler, dönmediler

Zınar Fındık'ın savcılığa verdiği dilekçe pek çoğu gibi iki satırlık. Oysa babası Mehmet Fındık ve amcaoğlu Ömer Fındık'ın kayboluş öyküsü "pes" dedirtecek cinsten. İşte oğlu Zınar Fındık'ın ağzından bir yılbaşı ziyaretinin hiç bitmeyecek bir kabusa dönüşmesinin öyküsü:
"31 Aralık 1995'te muhtar olan abimi Silopi Jandarma Komutanlığı'ndan arıyorlar. 'Yılbaşı için bize birkaç tane hindi getirin' diyorlar. Silopi Jandarma Komutanlığı, BOTAŞ Jandarma Karakolu, İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne vermek için sekiz-dokuz tane hindi koyuyorlar arabaya. Akşam geri gelmediler. O zamanlar akşam dışarı çıkmazdık. Hava kararıp eve gelmeyince endişelenmeye başladık. Üç araba dolusu insan İlçe Jandarma Komutanlığı'na gittik. 'Evet geldiler ama buradan emniyete gittiler' dediler. Emniyete gittik, onlar da 10-15 dakika önce çıktıklarını söyledi. Belki köye dönmüşlerdir diye köye gittik, kimse gelmemiş. Yeniden jandarmaya, emniyete gittik 'Haberimiz yok' dediler. Görenlerin anlattığına göre, önce babam girmiş emniyete. O çıkmayınca Ömer gitmiş sormaya ama o da çıkmamış. Sabah emniyet müdürlüğüne gittiğimizde, götürdükleri hindiler hâlâ emniyetin bahçesindeydi. Silopi Jandarma Komutanı Halil Yüzbaşı'ydı. Onlar misafirliğe gitmişlerdi, ama iki kurum arasında kayboldular. Dönemin emniyet müdürü ile Halil Yüzbaşı'nın ifadesinin alınmasını istiyoruz."

 

Onlar, Aygan'ın sözünü ettiği itirafçıları yıllar önce pek çok 'kayıp' öyküsünün aktörü olarak tanımışlardı. Her biri ‘son’u olmayan öykülerinde farklı bir isimden söz ediyor; 'komutan'ın yanına 'Berdan'ı, 'Hakim'i ekleyerek...

Güneydoğu Ergenekon’u (4): İşaret ‘itirafçı komutanlar’dan

Bölge halkı üzerinde sadece isimlerinin bile korku yaratmaya yettiği itirafçılar, mağdurların ifadelerine yeni yeni yansımaya başlasa da Abdülkadir Aygan bazılarını gayet iyi tanıyordu. Aygan, bu isimlere ilişkin 2004'te bilgi verirken, itirafçı ve askerlerden oluşan timlerin faaliyetlerine de ışık tutuyordu: "Aslen Cizre'li olan itirafçı Abdülhakim Güven, Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi'nden bırakıldıktan sonra Cizre'de Jandarma Komutanı Yüzbaşı Cemal Temizöz'ün emrine girdi. Ve Adem Yakın, Hıdır Altuğ, Berces Ergin, Hüseyin Bülbül, Sefer Bildik gibi itirafçı ve uzman çavuşlardan oluşan bir ekip kuruldu. Bunlar o yörede Cizre Jandarma İlçe Komutanlığı emrinde çalışan kişilerdi. Resmi olmamasına rağmen o zaman yüzbaşı olan, sonra da JİTEM Komutanı olan ilçe komutanı Cemal Temizöz, bunların yanına iki üç tane de uzman çavuş vermişti. Onlar da sivil giyimliydi. O bölgede terör estiriyorlardı."

'Berdan' alıp götürdü

Kimilerinin 'sözde itirafçı' diye nitelendirdiği Aygan'ın açıklamalarını doğrulayan bir örnek de Reşit Acar'ın anlattığı kardeşi Mehmet Acar'ın 1994'teki kayboluş öyküsü.
"Şubat ayıydı. Abdülhakim Güven, 'Berdan' ve 'Hakim' kod adlı itirafçılarla, bir sivil daha, üç kişi Toros marka beyaz bir binek arabayla köye geldiler. Abdülhakim Güven o zaman bıyıklıydı. Sonra gördüğümde bıyığını kesmişti. Orta boylu, beyaz tenli, koyu renk saçlı biri. Berdan esmer, kıvırcık saçlıydı. İkindi vakti geldiler. İfadesini alacağız diye, İlçe Jandarma'ya götürdüler."
Reşit Acar, kardeşinin alınması üzerine korucubaşına gidip, 'hatır' için aracı olmasını ister. Mehmet bırakılır ama bir hafta geçmeden aynı ekip tekrar gelir. Köy yolunda duran arabadan Bedran inip Mehmet'i çağırır.
"Giderken kardeşim bana 'Eğer iki gün içinde dönmezsem beni sorun' dedi. İki gün bekledik, gelmeyince yine korucubaşı Demir'e gittim. 'Eve gidin' dedi. Baktık yardım etmeyecek, jandarma komutanlığına gittik, 'Buraya geldi ama bıraktık' dediler."
Reşit Acar, kardeşinin örgüte yardım yataklıkla suçlandığını, altı ay cezaevinde yatttığını da aktardıktan sonra şu ayrıntıyı veriyor: "O dönemde Abdülhakim Güven de cezaevindeydi. Kardeşimi oradan tanıyordu. Bugüne kadar hiç savcılığa başvurmadık. Zaten sonuç alınmıyordu."

"Anladım. Babam gitti..."

Kavallı Köyü muhtarı olan Yusuf Kalenderoğlu, 22.02.1995'te işleri için Silopi'ye gider. Dönemin kaymakamı ile görüştükten sonra, akrabaları Ahmet Dansık ve babası Mehmet Dansık'ın aracıyla köye dönmek üzere yola çıkarlar. Şahin Kalenderoğlu babasının görüldüğü son noktayı ayrıntıları ile anlatıyor:
"O hafta JİTEM elemanları sivil araçlarla arama noktaları kurmuşlardı. Beyaz ve siyah iki Toros arabaları vardı. Ortaköy ile BOTAŞ'ın bitişiğindeki Selebiye mezrası yolu ve Kavallı Köyü yolunda kimlik kontrolü yapılıyordu. Biz o zaman anlamıştık birilerini alacaklarını. Babamlar, Selebiye mezrasından Kavallı'ya giden yolda, BOTAŞ'taki askeri noktada alınıyorlar.
O zaman 'Muhtar Ali' diye bilinen JİTEM binbaşısı,  Silopi İlçe Jandarma Komutanı Abdullah Üsteğmen, 'Cengiz' kod adlı Mahmut, Uzman Çavuş Özcan, Bekir Üsteğmen, Ali Binbaşı'nın emrinde çalışıyorlardı.
1993-95 arasında bunlar faaliyetteydi. Bizim köy, ilçe jandarma komutanlığına bağlıydı. Babamlar o akşam gelmedi. Sabah Silopi'de herkesi aradık. En son görenler 'Eve geliyordu' deyince, ben anladım. Babam gitti..."

"Siz götürdünüz dedim"

Savcıya, emniyete, kaymakama çıkarlar. Hepsinden "Bizde yok" yanıtı alınca bu kez toplu olarak ilçe jandarmaya giderler. Şahin Kalenderoğlu, bu kez açıkça İlçe Jandarma Komutanı Abdullah üsteğmene "Siz götürdünüz. O siyah, beyaz taksiler kimin, nasıl kimlik kontrolü yapıyorlar" der ama yanıt değişmez: "Bizim sivil ekiplerimiz yok." Bu sözü duyan "Mahmut" adlı itirafçı Şahin Kalenderoğlu’yu bir süre rahatsız etse de, babasının peşini bırakmaya niyeti yoktur.
"İki gün sonra Diyarbakır'a Hasan Kondakçı Paşa'nın yanına gittim. Diyarbakır Asayiş Komutanıydı. Alay komutanı da Mete Sayar'dı. Kondakçı Paşa bana, 'Ben de arıyorum, acaba PKK dağa mı götürdü' dedi. Ben de 'PKK BOTAŞ'la Silopi arasında nasıl götürecek' dedim."
Bütün uğraşılarına rağmen Şahin Kalenderoğlu tam 14 yıldır babasının izine ulaşamadı.

Hindi götürdüler, dönmediler

Zınar Fındık'ın savcılığa verdiği dilekçe pek çoğu gibi iki satırlık. Oysa babası Mehmet Fındık ve amcaoğlu Ömer Fındık'ın kayboluş öyküsü "pes" dedirtecek cinsten. İşte oğlu Zınar Fındık'ın ağzından bir yılbaşı ziyaretinin hiç bitmeyecek bir kabusa dönüşmesinin öyküsü:
"31 Aralık 1995'te muhtar olan abimi Silopi Jandarma Komutanlığı'ndan arıyorlar. 'Yılbaşı için bize birkaç tane hindi getirin' diyorlar. Silopi Jandarma Komutanlığı, BOTAŞ Jandarma Karakolu, İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne vermek için sekiz-dokuz tane hindi koyuyorlar arabaya. Akşam geri gelmediler. O zamanlar akşam dışarı çıkmazdık. Hava kararıp eve gelmeyince endişelenmeye başladık. Üç araba dolusu insan İlçe Jandarma Komutanlığı'na gittik. 'Evet geldiler ama buradan emniyete gittiler' dediler. Emniyete gittik, onlar da 10-15 dakika önce çıktıklarını söyledi. Belki köye dönmüşlerdir diye köye gittik, kimse gelmemiş. Yeniden jandarmaya, emniyete gittik 'Haberimiz yok' dediler. Görenlerin anlattığına göre, önce babam girmiş emniyete. O çıkmayınca Ömer gitmiş sormaya ama o da çıkmamış. Sabah emniyet müdürlüğüne gittiğimizde, götürdükleri hindiler hâlâ emniyetin bahçesindeydi. Silopi Jandarma Komutanı Halil Yüzbaşı'ydı. Onlar misafirliğe gitmişlerdi, ama iki kurum arasında kayboldular. Dönemin emniyet müdürü ile Halil Yüzbaşı'nın ifadesinin alınmasını istiyoruz."


YARIN:

Tanıklar JİTEM-Hizbullah ilişkisini anlatıyor: Camide sorgulanan kurbanlar, gizlenmeyen cellatlar

Güneydoğu Ergenekon’u (5): Domuz bağının ucu karanlıkta

Hizbullah operasyonlarında yakalanan bombaların ordu malı çıkması da JİTEM bağlantısını üst düzey bürokratların açıklaması da durumu değiştirmeye yetmedi. Şimdi umut, Ergenekon soruşturmasının Fırat’ın ötesine geçmesi JİTEM’in 1990’lı yıllara damgasını vuran en önemli faaliyetlerinden biri de Hizbullah’la ilişkisiydi. ‘Büyük’ Hizbullah operasyonu yapıldı, bazı liderleri yargılandı ama onları örgütleyen, eğiten, infaz listesi veren isimler perde arkasında kaldı. Oysa konuyu ilk dillendiren öldürülen JİTEM komutanı Binbaşı Cem Ersever, “Hizbullah ile bağlantılı iki kişi Alaattin Kanat ile Adem Yakın’dı. Güvenlik kuvvetleri Hizbullah’ı koruyup güçlendirmişlerdi. Hizbullah’ın tetikçilerinin çoğu itirafçıdır” demişti.
Bu bağlantı daha sonra Meclis Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu’na bilgi veren Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek tarafından da doğrulanmıştı. 1994 yılında Batman’a atanan Şimşek, şunları söylemişti: “Ne yazık ki Hizbullahçılar, bir dönem askerden yardım gördüler. Buradaki bazı askeri birliklerde silahlı eğitim yaptılar, lojistik destek gördüler.”

Hizbullah’ın karargahı: Yolaç

Daha da ayrıntılı açıklamalar yapıp isim ve yerler veren Abdülkadir Aygan, Hizbullah’ın bir karargahını da  “Diyarbakır-Silvan yolu üzerinde bulunan Yolaç (Susê) Köyü. Hatta şehitlikleri de var onların” diye tarif etmişti. Ama kimse bu karargahların orada yaşayan insanlara nasıl yansıdığını sorgulama gereği duymamış, mağdurlar ise korkudan yıllarca ağızlarını bile açamamışlardı. Aygan’ın Susê Köyü dediği, burada tam bir terör estiren Hizbullah’ın vahşeti ancak yıllar sonra “domuz bağı”  ve işkence hücreleri ile kamuoyunun gündemine gelmişti. Oysa infaz timlerinin alıp götürdüğü yer de, kimin götürdüğü de çevredeki herkesçe biliniyordu. Yarattıkları dehşet o kadar büyüktü ki, Diyarbakır İHD Şubesi’nde görüştüğüm A.D, bugün bile isminin açıklanmasını istemiyor.

Göç ettiler yine de kurtulamadılar

Abisini 1993 yılında ‘kaybeden’ A.D kendi öyküsünü anlatırken, 1990-1993 yıllarında Silvan’a hakim olan atmosferi de aktarıyor: “O dönem faili meçhuller çok yoğundu. Esnaf saat 11.00’de dükkan açıp, saat 14.00’de kapıyordu. Kahvede otururken gündüz gözü insanlar alınıp, öldürülüyordu. Öyle bir ortamdı ki, bizim de başımıza gelir mi, diye korkmayan yoktu. Biz de abimle korkudan göç ettik.”
Ağabeyiyle birlikte Kaymakamlığın açtığı Halk Eğim Merkezi’nde kurs görüp, dokuma ustası olan A.D, yine Kaymakamlığın aracılığı ile 1993 yılında Antalya Halk Eğitim Merkezi’nde iş bulunca çok sevinir. Hem meslek sahibi olmuştur hem de o korku atmosferinden kurtulacaktır. Dönemin Silvan Emniyet Müdürü ve Kaymakam Vekili Vehbi Yıldız, “Gidin, orada size göre iş var” der. Abisi de Tarsus’ta senelerce aynı kişinin yanında, aynı kahvede çaycılık yapar.
Herşey yolundadır, ta ki Silvan’da kalan anneleri vefat edene kadar. Mecburen Silvan’a gelip, annelerinin cenaze törenine katılırlar. Taziyeleri kabul ettikten sonra A.D Antalya’ya döner. Abisi bir süre daha kalacaktır. Ama bir hafta geçmez ki, abisinin acı haberi gelir.

“Kaçıranlar komşumuzdu...”

“Abim elektronikten anlardı. Bir tanışımızın televizyonunu tamir için Silvan’a gidiyor. Dönerken silahlı, sivil giyimli iki kişi yolun ortasından kaçırıyor. Herkes görüyor ama kimse korkudan şahitlik yapmıyor. Bir kadın babama, abimi kaçıranların A.G ve A.G olduğunu söylüyor. Bunlar bizim komşumuz, düşünün. Evleri bize 500 metre. Birlikte tarla ekip, biçmişiz. Babam hemen G’lerin evine gidiyor. Durumu anlatıp, abimin nerde olduğunu niye kaçırıldığını soruyor. Olayı inkar etmiyorlar ve babama ‘İslamiyet’in şartlarına göre geri vereceğiz, ama önce cemaate ifade verecek’ diyorlar.”

Hizbullah’la Özel Tim birlikteydi

Aradan birkaç gün geçip, B.D gelmeyince babası tekrar G’lerin evine gidip sorar. Ama bu sefer reddedip, “Gören kimmiş, onu söyle” derler. Gören kadının da öldürüleceği bilindiğinden elbette adını veremezler: “Zaten öyle bir durum vardı ki, Batman‘dan Silvan’a gelip, Silvan’dan Batman’a gidip öldürüyorlardı, tanınmasınlar diye. Suse köyünde bir camii vardı, Hizbullah’ın karargahıydı. Oraya götürdükleri kimse sağ çıkmazdı. Özel Harekat Timleri ile birlikte çalışırlardı. Bunu çevredeki bütün halk bilirdi, ama kimse ses etmezdi.”
Bütün bunları metanetle anlatmaya çalışan A.D, Hizbullah operasyonu sonrası  girilebilen camideki hücrelere sıra geldiğinde gözyaşlarını tutamaz.
“Ben bizzat gördüm. Bir insanın ancak oturursa sığabileceği genişlikte hücrelerdi. Kanlı insan elbiseleri bulduk. Bir ceketi abimin ceketine benzettim. Herhalde abime de oralarda eziyet etmişlerdi. Kim bilir ölüsünü nereye attılar.”
A.D’nin anlatımına göre, dilekçelerini işleme bile koymaz savcı. 2002’de Silvan Cumhuriyet Savcılığı’na tekrar dilekçe vermeye gittiğinde ise savcı “abinden haber alırsan bize de bildir” deyince çok kızar. “Biz 1993’den beri arıyoruz, bizi arayacağını bilsek niye buraya gelelim” der. Bugüne dek alabildikleri tek yanıt ise  abisinin PKK’nın dağ kadrosunda olduğudur. “Tanık var, herkes tanık, bunun doğru olmadığına. Yine de böyle söylüyorlar. Abim elektronik işler yapar, çaycılık yapar, akşamları saz çalar türkü söylerdi. Kürtçe türküler söylediği için muhtemelen kin aldılar.”

Dehşeti çocuk gözüyle anlattı
Nevzat Polat, babası Sabri Polat ve amcası Abidin Polat’ın gözaltına alındığı 1994 yılında henüz 14 yaşlarında bir çocuktur. Babası ve kardeşiyle Şırnak’tan amcasının tarla işlerine yardım için Buğdaylı Köyü’ne gelirler. Hikaye de burada başlar: “Amcam pamuk ekmişti. Ben, kardeşim ve tarlada çalışırken uzaktan bir askeri aracın geldiğini gördük. Ama fazla ilgilenmedik. Aklımıza hiç bizle ilgili bir şey olabileceği gelmedi. Askerler bizim orda durup, ‘Sabri ve Abidin Polat kim’ diye sordular. Ortaköy Karakolu’ndan Gökhan adlı bir astsubaydı komutan. Ortaboylu, siyah saçlı biriydi. Babamla amcamı tekme tokat döverek araca bindirdiler. Ben o güne kadar hiç böyle bir şeye tanık olmamıştım. Kardeşim Ali de 12 yaşlarındaydı o zaman. İkimiz ağlaya ağlaya arabanın peşinden koşmaya başladık. Yaklaşık iki km. falan koştuk arkalarından. Bizi fark edince durdular. İkimizi de dövüp ‘geri dönün’ diye bağırdılar. O sırada pamuk tarlalarının arasında beyaz bir Toros arabayı fark ettik. Babamla amcamı askeri araçtan indirip, o Toros arabaya bindirdiklerini gördük. İki gün sonra amcamı bıraktılar. Ama üçüncü gün yeniden çağırdılar. Ben ‘amca gitme’ dedim. ‘Gitmezsem devlete karşı suçlu konuma düşerim’, dedi ve gitti. Bir daha ikisini de görmedik.”


- BİTTİ -

 

 

 

Batı karşıtlığının ulusalcılığa dönüşümü

Soğuk Savaş’tan sonra Türk milliyetçiliği, Cumhuriyet tarihinde görülmedik derecede Batı karşıtı kesilmiş; bu Avrupa ve Batı düşmanlığına, katı bir laik-gelenekçilik ile Kürt düşmanlığını teyellemişti Fiiliyatta, 1960’lar ve 70’lerde devlet Solun ve işçilerin defisini rahatça altetmiş; derken 1980’lerin ikinci ve 1990’ların ilk yarısında Kürt milliyetçiliğinin meydan okumasıyla karşılaşmış ve çok daha zorlanmış, ama bir şekilde esas badireyi altetmeyi başarmıştı. Ama 2000’lerin başlarında sıra, Müslümanlara ve/ya Müslümanların da siyasal alanda kendi kültürel kimlikleriyle temsil edilmesini isteyen İslâmcılara gelmişti. Üstelik bunlar hem en büyük çoğunluktu (ve toplumdaki çoğunlukları sonunda Meclise de yansımıştı), hem kurulu düzeni yıkmayı değil Cumhuriyet ve demokrasi içinde temsil edilmeyi istiyor (veya istediklerini söylüyor), hem de bu programı Avrupa taraftarlığıyla birleştirmeyi öngörüyorlardı. AKP’nin Erdoğan-Gül önderliği, Erbakan ve çevresinin şablonuna uysa, işler çok daha kolay olacaktı belki. Gelgelelim öyle davranmıyor; Kopenhag kriterleri doğrultusunda gerçekleştirdikleri bir dizi demokratikleşme reformuyla MGK’yı bile kısmen sivilleştirirken, Kıbrıs’ta uzlaşmaktan da söz ediyor; onyıllardır süren çözümsüzlüğün “millî kahraman”ı Denktaş’a meydan okumak pahasına Annan Planı’nı destekliyor; 2002-2004 arasında yer yer, “sözde Ermeni soykırımı” resmî çizgisinin dahi dışına çıkabileceklerinin ilk sinyallerini veriyordu.
Askerî-bürokratik kompleks, laik gelenekçilik, ya da Atatürkçü muhafazakârlık — adına ne dersek diyelim — buna pek hazır değildi. Daha Özal döneminde, değişime karşı bir tavır belirmişti gerçi. İlk defa bu çerçevede, yeni ve ilginç bir siyasal terminoloji dahi uçvermişti. Özal, partisi ve “prens”leri ile basın ve kamuoyundaki taraftarlarına, ya da daha değişik şeyler düşünen ve özleyen herkese, kâh “liboş” kâh “entel-dantel” denmeye başlamıştı. Kültürel kök ve akrabalıkları bakımından bu sözlük dağarcığı, yeniçerilerin, Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa’ların ıslâhat çabaları karşısındaki “istemezük”çülüğünü; sonra her yeni fikrin komünistlerde tetiklediği “revizyonizm” korkusu ve düşmanlığını çağrıştırıyordu. Güncel bağlamları açısından ise, bir yandan, devletçi-milliyetçi müesses nizâmın komünizmden sonra hedef değiştirmesinin ilk işaretlerini veriyor; diğer yandan, on beş yıl sonraki ulusalcılığın mütecaviz dilinin ilk tohumlarını atıyor, 2004-2008 arasında bu sefer AKP’nin maruz kalacağı kuşatmanın adetâ provası niteliğini taşıyordu. Unutmayalım; bunun ilk işlev ve kullanım alanlarından biri, Kürt sorunu ve güneydoğudaki savaş bağlamında demokratların “hain” ilân edilmesi, faşizan bir aydın düşmanlığının, anti-entellektüalizmin adım adım yaygınlaştırılmasıydı.
Derin devletin komünizm sonrası dünyaya ve küreselleşmeye direnişi, Özal’ın ölümünden sonra da, 1990’lar boyunca gelişmeye devam etmişti. 12 Eylül önlemlerinin uzantısında ve tamamen ülke içine yönelik olarak, yeni “sivil savunma” daire ve komutanlıkları ile psikolojik harp daireleri kurulması; Kürt sorunu bağlamında ve herhangi bir sivil vizyonun yokluğunda, özellikle Çevik Bir gibi sert vesayetçilerin başını çektiği Batı Çalışma Grubu ve benzeri think-tank‘lerde, bir yandan Samuel Huntington’ın “bundan sonraki düşman kim olacak ?” sorusuna, gene ABD’li neo-con‘larla aynı doğrultuda “İslâmiyet” cevabının geliştirilmesi; gene aynı gruplarda, Türkiye’yi çok iyi tanıyan İngiliz gazeteci Gareth Jenkins’in çarpıcı ifadesiyle “örselenmiş ve öfkeli bir izolasyonizm”in biçimlendirilmesi, bu safhanın önlemleri arasındaydı. Batı’nın demokrasi, insan ve azınlık hakları konusunda artacağı belli olan baskısına karşı Sevr fobisinin daha o dönemde diriltildi; “bölücü-yıkıcı müdahale”lere karşı uyarılar Millî Güvenlik müfredatı ve kitaplarına kondu. Devlet reflekslerini güçlendiren faktörlerden biri de, Sovyet sonrası diktatörlük rejimlerinden bazılarının ikinci ve üçüncü demokrasi dalgalarıyla yıkılmasıydı. Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerdeki değişimlere paralel olarak, Türkiye’de bir “Turuncu Devrim” korkusu pompalanmak istendi; bir zamanların CIA odaklı komplo teorilerinin yerini George Soros odaklı komplo teorileri aldı; internette, sol aydınların güya Soros’tan para aldığına dair, kimin tarafından imâl edildiği belli olmayan propaganda malzemeleri dolaşmaya başladı. 
Askerin izolasyonizmi ile yargının defansif politizasyonu birbirine paralel yürüdü. 1991-98 arasında Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapan Yekta Güngör Özden, emekli olur olmaz, Atatürkçü Düşünce Derneği genel başkanlığına seçildi (2004-2007 arasında ADD, halen Ergenekon dâvâsında tutuklu bulunan emekli orgeneral Şener Eruygur’un genel başkanlığında, AKP’yi devirecek bir darbenin kitle tabanını olmaya özenen ulusalcı mitinglerin düzenlenmesinde başrolü oynadı). Yargıtay Başsavcısı olduğu 1997-2001 döneminde Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nin kapatılması dâvâlarını açan Vural Savaş, emekli olmadan önce ve sonra yazdığı Militan Demokrasi, Militan Atatürkçülük, Satılmışların Ekonomisi, Türkiye Cumhuriyeti Çökerken, Emperyalizmin Uşakları, Vatanın Bağrına Düşman Dayamış Hançerini ve AKP Çoktan Kapatılmalıydı gibi
kitaplarla, ulusalcı tarafgirliğini gözler önüne serdi. Onun ardından, Ahmet Necdet Sezer’in aynı göreve atadığı Sabih Kanadoğlu da 2001-2003 boyunca Vural Savaş’ın çizgisini izledi; 2006-2008 yıllarında, hem cumhurbaşkanlığı seçimi için Meclisin “nitelikli çoğunluk”la, yani en az 367 kişiyle toplanması, hem de AKP’nin kapatılması gerektiği tezlerinin savunucusu oldu. Bu ideolojik militanlaşma sürecinin bir başka ayağında, AKP’nin AB reformları çerçevesinde lağvedilinceye kadar Devlet Güvenlik Mahkemeleri de yer almaktaydı.
Tam bu bağlamda üzerinde durulması gereken çok ilginç bir gelişme de, AKP hükümetinin ilk yılına denk düşen Alman Vakıfları dâvâsıdır. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Necip Hablemitoğlu, geliştirilmek istenen yeni ve sert, Batı düşmanı (ama Atatürkçülük diye lanse edilen) milliyetçiliğin iddialı ideologlarındandı. 18 Aralık 2002’de (bugün, Ergenekon bünyesinde işlendiği açığa çıkan) esrarengiz bir cinayete kurban gittiğinde, kariyer hesaplarının MİT başkanlığına kadar uzandığı söylenmiş, basına yansımıştı. İşte bu Hablemitoğlu, 2000’lerin başlarında “yasal casusluk” diye tuhaf bir kavram ortaya attı; Türkiye’de faaliyet gösteren çeşitli sivil toplum kuruluşlarını “yasal casusluk”la suçladı; Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası başlıklı kitabını bu konuya hasretti. Gene 2000’lerin başlarında hızla yükselmesiyle dikkat çeken Hulki Cevizoğlu adındaki başka bir devletçi-milliyetçi şahsiyet de Hablemitoğlu’nu ve kitabını Ceviz Kabuğu adındaki televizyon programında uzun uzadıya tanıttı, göklere çıkardı. DGM’lerin (Nusret Demiral ile birlikte) ünlü ve sembol savcılarından Nuh Mete Yüksel bu olayın üzerine atladı; Hablemitoğlu’nun kitabı ve Cevizoğlu’nun yayınından hareketle, Türkiye’deki Alman vakıfları ve yöneticileri hakkında olmadık bir dâvâ açtı. Gerçi kamuoyunda büyük bir tepki oluştu ve ilk duruşması 26 Aralık 2002’de yapılan dâvânın 9 Nisan 2003 tarihli üçüncü duruşmasında bütün sanıklar hakkında beraat kararı verildi. Gene de bu olay, 1982 Anayasası’nın zehirli tortusu ve yargının zihniyet kalıpları hakkında çok olumsuz ipuçları sunuyordu.
1990’ların sonları ve 2000’lerin başlarında ordu üst kademelerinin siyasete doğrudan taraf olma girişimleri de belirginlik kazandı. Örneğin 1999-2002 arasında bazı orgeneraller, laikliğin son barikatı gibi gördükleri DSP-MHP-ANAP koalisyonunu ayakta tutmak için sağlığı bozulan Ecevit’in yerine Hüsamettin Özkan’ı geçirmeye kalkıştı. 2002-2006 arasında genelkurmay başkanlığı yapan Hilmi Özkök, daha 2002-2003’te, yani AKP’nin ilk iki yılında, diğer komutanlar ve alt kademelerce mutlaka bir müdahaleye zorlanmak istedi; meşruiyet dışına çıkmayı kabul etmeyince çeşitli komplolara, birkaç kere de suikast teşebbüslerine hedef oldu.

ILIMLI İSLÂM’IN AVRUPACILIK İLE BULUŞMASINA DERİN DEVLET REAKSİYONU • Bütün bunlar şunu düşündürüyor : ordu, yargı ve bürokrasi içindeki en tutucu, sivilleşmeye, demokratikleşmeye ve Avrupalılaşmaya en karşıt güçler, Soğuk Savaşın bitimini izleyen on-on iki yıl boyunca mevzilenme değişikliğinde hayli mesafe katetmiş bulunuyordu. Cephelerini ilk aşamada komünizmden Kürt sorununa dönebilmişlerdi örneğin. İkinci aşamada, bu sefer Kürt sorunundan laikliğe dönmeye de başlamışlar; RP ve FP karşısında enikonu bir kuşatılmışlık mentalitesine kendilerini kaptırmışlardı. Gene de, ellerindeki koz ve silâhları AB ve AKP üzerine çevirmeyi, olanca organizasyon ve propaganda kapasitelerini bu hedefler uyarlamayı henüz tamamlamadan, 2002 seçim sonuçlarıyla karşılaşmışlardı.
Dolayısıyla 2002-2004 arasında, bu kadar Avrupacı-reformcu olabileceğini hiç düşünmedikleri — kimsenin düşünmediği — AKP’nin ilk hızı karşısında, bir bakıma gafil avlandıkları söylenebilir. Gerçi, daha önce de belirttiğimiz gibi, Soğuk Savaştan sonra Türk milliyetçiliği kısmî bir değişim geçirmiş; Cumhuriyet tarihinde görülmedik derecede Batı karşıtı kesilmiş; bu Avrupa ve Batı düşmanlığına, katı bir laik-gelenekçilik ile Kürt düşmanlığını teyellemişti. “Ulusalcılık” adıyla anılmaya başlayan bu neo-nasyonalizmin genelleştirilmiş, tarihsizleştirilmiş “anti-emperyalizm” teorisi (isterseniz beyni diyelim) komünizmin çöküşüyle birlikte dağılan Solun hızla milliyetçileşen bazı önderlerinden, duyguları (isterseniz kalbi diyelim) ise Sağın geleneksel söylem ve simgelerinden sağlanıyordu.
Bu yeni ideolojik zemin üzerinde, RP ve FP gibi AKP’ye de, bir kere gizli bir gündemi olduğu, aslında bir şeriat düzeni kurmayı amaçladığı, ama bunu sakladığı (takiyye yaptığı) suçlaması baştan itibaren yöneltildi. Basın her yerde irtica belirtisi aramaya koyuldu. İlâveten, Erdoğan-Gül önderliğinin AB’ye yönelik adımları da medyadaki ulusalcılar tarafından topa tutulmaya başladı. Kıbrıs, Kürt ve hattâ Ermeni soykırımı sorunlarına ilişkin her nisbeten olumlu, klişelerden uzak tavır ve çıkışları üzerine adetâ yer yerinden oynadı; bu yüzden sustukları, geri adım attıkları veya devlet çizgisine girdikleri (ya da girer gibi yaptıkları) da oldu. Parlamentoda CHP, ortanın solunda olduğunu söyleyen bir partiden beklenebileceği gibi, AKP’ye “yetersiz demokratikleşme” ve “AB yolunda ürkeklik” açısından değil, tam tersine, “fazla Avrupacılık” açısından muhalefet yapmaya başladı. AKP’nin dışarıdan olduğu kadar kendi içindeki aşırı milliyetçi unsurlardan da maruz kaldığı baskı ve şantajlar, bazı reformların sakat doğmasına yol açtı. 1980’lerin sonlarına kadar, Türk Ceza Kanunu’nun 141. ve 142. maddeleri, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün üzerindeki Demokles kılıcıydı. 1990’larda bunların yerini, “terörle mücadele”nin kapsamını olağanüstü geniş tutan maddeler almıştı. 2004’te ise TCK Kopenhag kriterleri doğrultusunda değiştirilirken, yeni tasarıya her nasılsa 301.ve 305. maddeler gibi yeni baskı enstrümanları ekleniverdi. Bir ara, zamanın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in, kimin hazırladığı belli olmayan bu maddeleri Komisyona “ordu istiyor, mutlaka girmeli” diye dayattığı konuşuldu. Ama sonuçta, reformlar esas itibariyle TBMM’den geçti; kağıt üzerinde, büyük kurumsal değişimler gerçekleşti ve Türkiye bir şekilde Aralık 2004’e, AB’nin tam üyelik müzakerelerine başlamayı kabul etmesi hedefine ulaştı.
Asıl mücadele bundan sonra patlak verdi ve her türlü hukuk reformunun uygulanabilirliğinin vazgeçilmez koşulu olan kültür, ideoloji ve zihniyet yapıları alanına kaydı. Ulus-devlet muhafazakârlığının sert direnişi, 2005-2007 arasında büyük bir karşı-taarruz biçiminde gelişti. Bu karşı-taarruzun nasıl örgütlenip yürütüldüğünü birkaç halka halinde tahlil etmek mümkündür. Birinci olarak, MGK’nın kısmen sivilleşmesine askerlerin reaksiyonu, sivil siyasete ve hükümete karışmanın yeni yollarını aramak biçiminde tezahür etti. Bir bakıma, politika oluşturmaya ordunun katılımını teminat altına alan organlar Cumhuriyet tarihinin büyük bir bölümünde var olmakla kalmamış; giderek daha yetkili kılınmıştı. 1933-49 yıllarının Yüksek Müdafaa Meclisi Umumî Katipliği’nin yerini 1949-62’de Millî Savunma Yüksek Kurulu ve Genel Sekreterliği’nin, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ve 1961 Anayasası’na göre de Millî Güvenlik Kurulu’nun alması, bu sürecin önceki üç basamağıydı. Ama tabii MGK asıl 12 Eylül rejiminin hazırladığı 1982 Anayasası’nın 118. maddesiyle olağanüstü güçlendirilmiş; özellikle MGK genel sekreterliği, artık daima kıdemli bir orgeneralin atandığı çok kilit bir mevki haline gelmişti. Buna karşılık, AB kriterlerine uyum reformlarından 2004 Sonbaharında MGK’nın da etkilenmesi ve özellikle genel sekreterliğin bundan böyle bir sivile verilmesi, 1961 ve 1982 düzenlemelerine karşıt yöndeki ilk adımdı.

“MİLLİ ÇİZGİNİN”NİN YAYGINLAŞTIRILMA BİÇİMLERİ •
Buna karşı 2005 başlarından itibaren silâhlı kuvvetlerde yeni bir uygulama ortaya çıktı. Yüksek komutanlar sadece (ulusal bayramlar veya harp okullarının açılış-kapanış törenleri gibi) belirli yıldönümlerinde yayınladıkları mesajlar ve yaptıkları konuşmalarla, (kendi anladıkları biçimiyle) Atatürk ilkelerinin, laikliğin ve irtica tehlikesinin altını çizmekle kalmadılar. Haftalık basın toplantılarıyla ülkenin gündemindeki hemen bütün konular üzerine görüş bildirmeye; fazla demokratikleşmenin tehlikelerine ilişkin imâlarda bulunmaya; AB reformları üzerinde soru işaretleri uyandırmaya; Kıbrıs ve Kürt sorunu söz konusu olduğunda, uzlaşma ve/ya barışçı çözüm adımlarına doğrudan karşı çıkmaya başladılar. Deyim yerindeyse, tribünlerden sahaya indiler; eskisinden çok daha belirtik ve dolaysız biçimde siyaset yapmak suretiyle ve adetâ hükümete alternatif bir iktidar odağı kimliğiyle, “asıl millî çizgi”yi va’zetmeye koyuldular.
Ulus-devlet muhafazakârlığından kaynaklanan karşı-taarruzun ikinci halkasında, ordu üst kademelerince formüle edilen bu “millî çizgi”, hem devlet teşkilâtının diğer sektörlerinde, hem medya aracılığıyla kamuoyunda dalga dalga yayıldı. Bürokraside hükümete karşı daha 2002’de beliren ayak sürüme, zaman içinde (eski bir müsteşarın ifadesiyle) “bunlarla herhangi bir reform uğruna dahi asla işbirliği yapılmamalı, bunlar mutlaka düşürülmeli” anlayışının somutlandığı bir cephe alma ve baltalama tavrına dönüştü. Bilhassa 2002-2007 arasının AKP hükümetleri çalışamaz hale getirilmek istendi. 12 Eylül’ün yarattığı kritik bekçilik kurumlarından biri olan YÖK, Kemal Gürüz (1995-2003) ve Erdoğan Teziç’in (2003-2007) başkanlık dönemlerinde, ulusalcı seferberliğin köşetaşlarından biri oldu. Gene 12 Eylül’ün mirası olan “zorunlu Atatürkçülük” anlayışı doğrultusunda, tek tek birçok devlet üniversitesi ve bir bütün olarak Üniversiteler Arası Kurul, kendini “üniversite”den çok “devlet” olarak ortaya koydu; akademik özgürlük çerçevesinde bilimin özgür ve çok-sesli gelişimini sağlamak vizyonundan, belirli bir politikayı — “millî çizgi”yi — savunmak misyonuna kaydı; Kıbrıs ve Kürt sorunları ile Ermeni soykırımı konusunda, uzlaşmazlık “millî çizgi”sine destek verdi; hükümeti laiklikten sapmakla suçlayan koroya katıldı. 2007’deki cumhurbaşkanı seçimi krizi sırasında, Erdoğan Teziç’in bir telefon konuşmasında Abdullah Gül hakkında seçilirse Çankaya’ya varabilir mi biçiminde alaycı-tehditkâr bir ifade kullanması, YÖK başkanlığının nelere battığı konusunda önemli bir ipucu sundu.
Öte yandan, bazı editörler, köşe yazarları veya programcılar, nüfuzlarını askerin görüşlerini alıp çoğaltmak ve büyüterek topluma aktarmak için kullanmaya başladı. Hürriyet gazetesi bu açıdan kritik bir konuma yerleşti. Tamamen ulusalcılığa angaje, habercilik değil militan yorumculuk yapan bazı televizyon kanalları (Kanaltürk) ile talk-show‘cularının (Erol Mütercimler, Nihat Genç, Hulki Cevizoğlu) hızlı yükselişi dikkat çekti. Gerçek sivil toplum kuruluşlarından farklı olarak, dünyada yaygın olarak kullanılan adıyla gongo‘ların, yani devlet yanlısı sivil toplum kuruluşlarının çoğalması, “derin devlet”in sivil toplum alanını alanını susturamayınca işgal etme ve yozlaştırma çabasını yansıttı. Ulusalcı web sitelerindeki artışın en aşırı görüntüsü olarak, “Açık İstihbarat” ve “Özel Büro” gibi, paramiliter poz ve kılıklara bürünen, askerî havalı armalar kullanan, kendilerini çok kalabalık gösteren, esrarengiz “komutan”ların “emir”lerini yerine getirerek Türkiye’nin düşmanlarına karşı istihbarat topladıklarını iddia eden ve şu kadar Ermeni, bu kadar Kürt sitesini hack‘ledikleriyle övünen tuhaf internet grupları ortaya çıktı.
Gene bu dönemde, CHP’nin AKP’ye soldan değil sağdan; AB karşıtı ve demokratikleşme karşıtı muhalefeti alabildiğine netleşti. Deniz Baykal’ın grup başkanvekilliklerine getirdiği iki emekli büyükelçi, Şükrü Elekdağ ve Onur Öymen, partinin hemen her konuda “derin devlet” pozisyonlarına çekilmesinde baş rolleri oynadı. Eski YÖK başkanı Kemal Gürüz de CHP’ye girdi ve CHP-MHP ittifakının mimarı, teorisyeni olmaya çalıştı.


• YARIN: ULUSALCILIĞIN EVRENSEL DEĞERLERE SALDIRISI

 

Ulusalcılığın evrensel değerlere saldırısı

Sadece AKP’yi devirmeyi değil, ulusalcılığın ideolojik hegemonyasını ve bir adım ötede, bütün bir devletçi-milliyetçi vesayet rejimini restore etmeyi amaçlayan bu seferberlikte, 19 Ocak 2007’deki Dink suikastı her bakımdan bir dönüm noktası oldu

Hangi değerler yüceltilecek? Hangi değerler batırılacak, aşağılanacak? 2004-2007 arasında, yukarıda saydığımız bütün kanallardan, önemli basın-yayın organ ve mensupları, gongo’lar, web siteleri ve internet grupları aracılığıyla faşizan bir propaganda kampanyası geliştirildi. Aydın düşmanlığı tırmandırıldı; barış, özgürlük ve demokrasi gibi en temel değerler alenen horlandı; bağımsız ve soğukkanlı düşünen herkesi ya sürüklemeye ya yıldırmaya yönelik psikolojik harp taktikleri devreye sokuldu.

Örnekolay:
2005 ilkbaharında, Sabancı, Boğaziçi ve Bilgi üniversitelerinden bir grup öğretim üyesinin önayak olduğu, resmî tezlerin tamamen dışındaki ilk “Osmanlı Ermenileri” konferansına (hazırlık kurullarının mensubu, oturum başkanı veya tebliğ sahibi olarak) altmış kadar seçkin tarihçi, siyaset bilimci, sosyolog, karşılaştırmalı edebiyatçı, aydın ve gazetecinin — Türkiye insan ve toplum bilimleri camiasının en seçkin bazı isimlerinin — katılacak olması, bu konuda yıllardır hüküm süren ikiyüzlülüğü derinden sarstı. İlginç bir şekilde, hükümetten değil, hükümet dışı ulusalcılık alanından sistematik bir saldırı geldi. Bir yandan konferans düzenleyicileri her yolla karalanmak istenirken, diğer yandan baskılar en fazla, Boğaziçi Üniversitesi’nin ev sahipliğinden vazgeçirilmesi üzerinde yoğunlaştı. Olmayınca, hemen konferansın arifesinde, TBMM’de CHP grup başkanvekili Şükrü Elekdağ’ın yaptığı korkunç bir “ihanet” konuşmasına, AKP’den, Adalet Bakanı ve hükümet sözcüsü Cemil Çiçek de aynı derecede korkunç bir başka “bizi arkamızdan bıçaklayanlar” konuşmasıyla katıldı. Bunun üzerine ertelenen konferansın, başka engelleme çabalarının da üstesinden gelinerek, sonbaharda Bilgi Üniversitesi’nde büyük bir başarıyla yapılması, bir tabunun yıkılışını simgeledi. İki gün boyunca ortalama 500 kişinin izlediği konferansa, Türkiye’nin en büyük dokuz gazetesi çok geniş yer ayırdı. Bu, demokrasi güçlerinin 2004-2007 yıllarında kazandığı ender başarılardan oldu.

Örnekolay:
“Osmanlı Ermenileri” konferansına reaksiyon içinde, kamusal alanı tamamen milliyetçilik furyasının kaplamasına, “çatlak” seslerin boğulmasına yönelik çabalar daha fazla pompalanır oldu. Ne okumak, kimleri dinlemek lâzım? Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler’inin (2006) lanse ediliş tarzı, hâlâ 1921-22 yıllarında yaşadığımız (ve aynı şekilde yedi düvele meydan okumaya devam edeceğimiz) mesajları verdi. Yalçın Küçük ve Soner Yalçın’ın hiçbir bilimsel temele dayanmayan, sathın altındaki bir Yahudi düşmanlığına seslenen kitapları da gene bu dönemde yayınlandı, ilgi uyandırdı.

Örnekolay:
2006 yılında Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması, tırmandırılan ulusalcılık ortamında, bir zamanlar SSCB’de Pasternak’ın Nobeli reddetmeye zorlanmasının Türkiye’ye özgü bir varyantına dönüştü. Pamuk daha ödülü almadan çok önce, sistemli bir hakaret kampanyasına hedef oldu. “Değersiz” ve “hain” olduğundan dem vuruldu; ödülü kazandığında Cumhurbaşkanı Sezer tarafından kutlanmaması, askerlerin de onay ve desteğini aldı. Karalamalar, Nobel ödüllerinin tamamen politik amaçlarla verildiği iftirasıyla dahi durmadı. Bir TRT prodüktörünün, İsveç’i “soykırımcı” diye tanıtan bir film yapmasına kadar uzandı.
Türkiye, (henüz) diktatörlük altında değilse bile, bir çeşit “diktatörlük manevî evreni”nde yaşamaya, yaşatılmaya başladı.

301. MADDE, KERİNÇSİZ EKİBİ, “YENİ FEDAİLİK” MOBİLİZASYONU •
Ulus-devlet muhafazakârlığının 2004-2007 karşı-taarruzunun görünürdeki son iki halkası, (a) Cumhuriyeti, laikliği, Atatürkçülüğü savunma adı altında faşizan bir kitle tabanı yaratma ve (b) bir yeni-fedailik hareketinin mahfillerine hayat verme gayretleriydi. Bunların ötesinde, uzun süre görünmeyen beyninin, iç zembereğini varlığı ise, ancak yakın zamanda Ergenekon örgütüyle açıklığa kavuştu.
Bugün çok daha iyi görülebiliyor ki, ulusalcılığın yükselişi asla spontane bir hareket değildi. Örneğin 2007 seçimlerinde MHP’den aday olacak olan emekli büyükelçi Gündüz Aktan, 2004-2007 dönemi boyunca Radikal gazetesindeki köşesinde, ısrarla CHP-MHP ittifakını savunuyor; orduyla aynı cumhuriyetçi cepheye yerleştiriyordu. Aktan AB’ye, Türkiye’ye yapıldığı söylenen haksızlıklara, PKK’ya ve Kürtlere ya da “irtica tehlikesi”ne karşı “büyük bir milliyetçi tepki”nin çıkageldiğini de yazmıştı. Aslında, toplumun kendisinde böyle kendiliğinden kabaran böyle yaygın ve kendiliğinden kabaran bir tepki yoktu. Kendileri bu “tepki”nin içinde olanlar “geliyor” diyorduysa, muhtemelen ne yapılmakta olduğu hakkında en azından bir ölçüde fikir sahibi olduklarındandı. Demokrasinin karşısına, artık doğrudan Ergenekoncu emekli generallerin yönetimindeki Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu ile diğer gongo’ların seferber ettiği, finansmanı gene ADD ile Cumhurbaşkanı Sezer’in büyük bağışlarından sağlanan, dikkatli, planlı bir orkestrasyon dikilmekteydi.
Bu mobilizasyonun taşraya bir yansıması, yer yer küçük gönüllü gruplarının ortaya çıkmasıydı. BBP gibi aşırı milliyetçi partilerin tabanından koparılmış-devşirilmiş gençler, bir ya da birkaç emekli subay ve/ya komiserin mürşidliğindeki bu çevreciklerde toplanıyor; ülkenin bir kere daha 1919-22’de olduğu gibi bir sırat köprüsünden geçtiği inancı içinde, özellikle “dış düşman”ların işbirlikçisi saydıkları “iç düşman”lara karşı bir şeyler yapmayı özlüyor, münasip eylem alan ve hedefleri aramaya koyuluyordu. 11 Kasım 2005’te kurulan ve kendini ulusalcı, anti-emperyalist çizgide diye tarif eden Kuvayı Milliye Derneği’nin Mersin şubesi başkan lığını yapan bir emekli polis, Türkiye’de 13.500 “hain” belirlediklerini; bunlardan “hesap sorulacağı”nı söyleyebiliyordu. Gene Kuvayı Milliye’nin, “vatan için ölme” ve “öldürme”yi içeren bir yemin töreni, Hrant Dink cinayeti sonrasında basına yansımıştı. Bir emekli albayın yönettiği törene, bayrak ve tabanca gibi, İttihatçılıktan alınma motifler hâkimdi. Önemli olan şu ki, taşradaki yeni-fedailik yuvarları, Kuvayı Milliye ile bağlantılı olsun olmasın, büyük bir özgüveni yansıtıyordu. Bu özgüven, yüksek komutanların saptayıp yaydığı “millî çizgi” ile uyum içinde olmaktan kaynaklanıyordu. Hitler’in SA’ları veya 1970’lerde MHP’nin Ülkücüleri, iktidarı kendi adına ele geçirmeye çalışan, dolayısıyla son tahlilde devlete de rakip, özerk bir faşist partinin, bir pleb faşizminin uzantılarıydı. Oysa 21. yüzyıl başlarında Türkiye’de, sadece ve tamamen devletin yüksek çıkarları için dövüştüğüne inanan — veya dövüşmeye hazırlanan —  neo-nasyonalist gönüllü grupları zuhur ediyordu.
Bu gruplar büyük ölçüde otosefaldi; dolayısıyla “derin devlet” ile aralarında herhangi bir emir-kumanda zincirinin açığa çıkarılması bugün ve gelecekte de çok zor olabilir. Öte yandan bu, herhangi bir koordinasyon ve yönlendirmeden bütünüyle yoksun olmaları anlamına da gelmiyordu. Bu noktada, 2005-2007 döneminin en ilginç fenomenlerinden Kemal Kerinçsiz ve Büyük Hukukçular Birliği’nin oynadığı rolü tekrar değerlendirmek gerekir. Bunu da, TCK’nın yeni 301. maddesinin çalıştırılma tarzı ile birleştirmek zorundayız. 2004 sonlarındaki Türk Ceza Kanunu değişikliğine her nasılsa sokuşturulduğunu daha önce belirttiğimiz bu 301. maddenin püf noktası, “Türklüğe hakaret” diye son derece belirsiz bir fiili gündeme getirmesiydi. Avrupa’ya, demokratikleşmeye ve yeni kimlik-temsil taleplerine karşı barikatlar örülmek istenen bir konjonktürde, birdenbire bu kadar geniş bir “suç” alanının açılması tesadüf sayılamaz. Nitekim karanlık güçler, AKP’nin sağ kanadı aracılığıyla yarattıkları bu fırsatı iyi değerlendirdi : lâlettayin şikayet veya ihbarlar üzerine, savcıların da takdir haklarını hep “sanık” aleyhine kullanmasıyla, Hrant Dink, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Murat Belge, Baskın Oran gibi kamusal kişilikler hakkında, 301. maddenin çanak tuttuğu “Türklüğe hakaret” gerekçesiyle peşpeşe dâvâlar açıldı.
Dahası, böyle her dâvânın duruşmaları, hep aynı ekibin tehditkâr gösterilerine tanık olmaya başladı. Kemal Kerinçsiz’in ve kendisi gibi aşırı milliyetçilerle kurmuş olduğu anlaşılan BHB’nin adı, ilk defa 2005 sonbaharında, “Osmanlı Ermenileri” konferansının yapılmasını yüzde yüz hukuk dışı bir idare mahkemesi kararıyla engelleme girişimi vesilesiyle duyuldu. Aşağı yukarı aynı anda Kerinçsiz, bütün ulusalcı platformlarda sökün etti; Veli Küçük, Doğu Perinçek ve Rauf Denktaş gibi isimlerin yanında yer aldı. Kerinçsiz ve arkadaşları, 301. madde dâvâlarında, giderek TESEV gibi sivil toplum kuruluşlarının düzenlediği panel ve konferanslarda, ya da Başbakanlık bünyesinde hazırlanan “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu”nun açıklanması gibi toplantılarda da sistematik olarak boy gösterdi. Geldikleri her yerde olay çıktı; varlıkları, kâh sanıklara, kâh konuşmacı ve raportörlere bağırılması, saldırılması, tükürük yağdırılması ile özdeş hale geldi. Televizyon ekranları, hep aynı simaların polis kordonlarını yarıp önde gelen aydınlara sille tokat saldırma ve bir linç havası yaratma sahneleriyle karardı. Aslında çok az sayıdaki kabadayıya, inanılmaz görüntü tekrarı yoluyla büyük bir güruh havası verildi. Böylece hem bir yıldırıcı bir dehşet rüzgârı estirilmek istendi. Hem bir dizi insan apaçık hedef gösterildi. Hem de topluma ve belki özellikle taşraya, milliyetçilerin artık fütursuz davranabileceği; bağnazlık, fanatizm ve küstahlığın bundan böyle serbest bırakıldığı; bu “hain”, “liboş” veya “entel-dantel”lerin haddini bildirmenin hiçbir cezasının olamayacağı mesajları ulaştırılmaya çalışıldı.
Başka bir deyişle Kerinçsiz ekibi, kilit bir aktarım işlevini yerine getirdi; “millî çizgi”ye hizmet edecek potansiyel fedai-gönüllü gruplarının rol modeli oldu.

DARBE BEKLENTİLERİ VE ÖRGÜTLEYİCİLERİ; BOMBALAMA VE CİNAYET FURYASI •
Bütün bu yöntemler, 2004-2007 arasında büyük bir gerilim ve kutuplaşma yarattı. Özellikle basına ve televizyon kanalları, sürekli bir darbe beklentisine girdi. Er ya da geç bir askerî müdahalenin olacağına, AKP’nin bu yolla devrileceğine kesin gözüyle bakanlar çoğaldı. Özellikle Deniz Baykal’ın CHP’si, bütün tavır ve politikalarını bu ihtimale dayandırdı.
Siyasetin çığrından çıkarılması, istikrarsızlaştırılması ve anormalleştirilmesi çabaları, 2006-2007’de, ilk bakışta esrarengiz görünen bazı bombalama olaylarına ve cinayetlere uzandı. Bu çerçevede:

5 Şubat 2006’da Trabzon’da, Santa Maria Katolik Kilisesi rahibi Andrea Santoro katledildi.

5, 12 ve 13 Mayıs 2006 tarihlerinde, Cumhuriyet gazetesi üç bombalı saldırıya uğradı. Bunların “laiklik karşıtı” eylemler olduğu kanısı, Cumhuriyet’in kendisinden başlayarak medyaya hâkim oldu. Dolayısıyla fatura, bir şekilde hükümete çıkarıldı.

Topu topu dört gün sonra, yani 17 Mayıs 2006’da, Danıştay saldırısı meydana geldi. Alparslan Arslan adında biri, Danıştay İkinci Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i  öldürdü ve daire başkanı dahil dört üyeyi yaraladı. Yakalanan katil, İkinci Daire’nin türbanla ilgili kararlarına duyduğu tepkiyle hareket ettiğini söyledi. Dolayısıyla bu da “laik Cumhuriyete ve Atatürk Devrimlerine karşı saldırılar” hanesine yazıldı. Bizzat Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in açıklaması tamamen bu yönde oldu. Yücel Özbilgin’in cenazesinde hükümet üyeleri “katiller dışarı” sloganlarıyla yuhlandı; yargı ve YÖK mensupları ile askerler ise alkışlandı. Saldırıdan bir süre sonra, Alparslan Arslan’ın ulusalcı platformlarda ve/ya Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz gibi militarist-milliyetçi hükümet karşıtlarıyla birlikte çekilmiş fotoğrafları basına ulaştı. 12 Haziran 2006’da Ümraniye’de bir gecekondunun çatısında 27 el bombası, gene Eskişehir’de bir emekli binbaşının uhdesinde 12 el bombası bulundu. Ordudan çalınmış veya kaçırılmış bu bombalar ile, (a) gene ulusalcı çevrelerden emekli subay Muzaffer Tekin; (b) Alparslan Arslan; (c) Cumhuriyet’in bombalanması ve (d) Danıştay saldırısı arasında bağlantılar olduğuna ilişkin çeşitli ipuçları ortaya çıktı. Ama mahkeme bu yöndeki delillerin üzerine gitmedi. Soruşturmanın derinleştirilmesinin önünü kapadı.

18 Nisan 2007’de Malatya’da, Zirve Yayıncılık ofisine giren bir grup saldırgan, misyonerlik faaliyetinde bulundukları gerekçesiyle üç kişiyi yakalayıp bağladı, işkence etti ve hunharca öldürdü. “Misyonerlik tehlikesi” 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında, İslâmcılardan çok Türk milliyetçilerince vurgulanmış; misyonerler ve misyoner okulları emperyalizmin ajanlığıyla suçlanmıştı. Aynı tema 2002-2007 arasında da ulusalcılarca işlenmeye başlamıştı. Örneğin 14 Nisan 2007’de (yani tesadüfen, bu cinayetten dört gün önce) Ankara’daki bir ADD mitinginde konuşan Prof. Alpaslan Işıklı, “bunların [AKP hükümetinin] zamanında Hıristiyan misyonerliği başını alıp gitmektedir; İstanbul’u başında Ortodoks patriğinin bulunduğu bir dukalığa dönüştürmek isteyenlerin iştahları iyiden iyiye kabarmıştır” cümlelerini kullanmıştı. Alpaslan Işıklı, Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı dönemindeki önemli danışmanlarındandı.
Ergenekon tutuklamalarının ve iddianamenin kamuoyuna açıklanmasının ardından, bu olayların iç ilişkileri de aydınlanıyor. Darbe beklentileriyle yetinilmediği; emekli orgenerallerin de dahil olduğu illegal bir karargâhın, Türkiye’yi destabilize ederek ordunun iktidara el koymasını mümkün ve meşru kılacak bir ortam yaratmayı amaçladığı; bu çerçevede, bir yandan yasadışı eylemler tezgâhlandığı ve diğer yandan, medyanın kritik kesimlerinin suçu “irtica tehlikesi”ne yıkacak dezenformasyon hamlelerine ortak edildiği açıklık kazanıyor. Dahası, geçmişte dinci güçlere atfedilmiş Muammer Aksoy (31 Ocak 1990), Bahriye Üçok (6 Ekim 1990), Uğur Mumcu (24 Ocak 1993) ve Ahmet Taner Kışlalı (21 Ekim 1999) cinayetleri hakkında da, yeni soru ve şüpheler uyanıyor.

HRANT DİNK’İN ÖLDÜRÜLMESİ: BÜYÜK BİR KOPUŞ NOKTASI • Sadece AKP’yi devirmeyi değil, daha genel olarak, kestirmeden (ve yanlış olarak) “Atatürkçülük” diye nitelenen ulusalcılığın ideolojik hegemonyasını ve bir adım ötede, bütün bir devletçi-milliyetçi vesayet rejimini restore etmeyi amaçlayan bu seferberlikte, Dink suikasti her bakımdan bir dönüm noktası oldu. Agos gazetesinin kurucu ve yöneticisi Hrant Dink, sadece Ermeni kökenli bir Türk vatandaşı değildi. Daha derin ve karmaşık bir anlamda, kültürü, kimliği ve iç dünyası bakımından hem Türk hem Ermeniydi. Buna sıcaklığı, dürüstlüğü, cesareti, açık sözlülüğü de eklendiğinde, hem Türk hem Ermeni milliyetçiliklerini eleştirebilen; madalyonun diğer yüzünde, herkese kendini dinletebilen ve başka kimsenin gidemediği noktalara gidip, başka kimsenin kuramayacağı köprüleri kurabilen, olağanüstü bir şahsiyet ortaya çıkıyordu.
Geçtiğimiz on yılın ulusalcı vahşeti, Türkiye’nin ender yetiştirdiği bu insanın da canını aldı. Önce, Agos’ta yazdığı bir Ermeni milliyetçiliği hicvi bahane edilerek, hakkında 301. maddeden dâvâ açıldı. Böylece o da, hedef gösterilme girdabına sokuldu; yargının milliyetçi politizasyonu sürecinde, hiçbir şekilde Türklüğü veya Atatürk’ü hedef almadığına dair sağlam bilirkişi raporuna rağmen göz göre göre mahkûm edildi. Üzerindeki baskılar arttı; resmî makamlara çağrılıp anonim kişilerin tehlikeli imâlarına maruz kalmaya başladı; bir noktadan itibaren bu tehditlere — avukatının sonradan açıkladığına göre — Veli Küçük de katıldı. Dink’in koruma talepleri duymazlıktan gelindi. Cinayet elini kolunu sallayarak çıkageldi.
Hrant Dink’in 19 Ocak 2007’de Trabzon’un taşrasından türemiş bir yeni fedailik mahfiline öldürtülmesi, bir kırılma ve kopuşu simgeledi; hem ülke çapında eşi görülmedik bir infiale, hem de diğer uçta, eşi görülmedik vicdansızlık gösterilerine yol açtı. Bir yandan, Hrant’ın cenazesinde inanılmaz bir demokratik-hümanist koalisyon vücut buldu: aralarında aydınlar ve üniversite öğretim üyeleriyle birlikte TÜSİAD’a mensup işadamlarının da yer aldığı, muhtemelen en az 100 bin, bazı tahminlere göre belki 200 bine yakın kişi, siyahlara bürünmüş vakur bir sessizlik içinde, “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” pankartlarıyla yürüdü. Diğer yandan, neo-nasyonalizmin faşistleşme düzeyi de hukuka ve ahlâka cepheden meydan okuyan söylemlerde somutlandı. Ogün Samast’ı yakalayan polisler bu genç katille kolkola, Türk bayrağı ve Atatürk büstü önünde hatıra fotoğrafları çektirirken, futbol maçlarında (Samast’ın giydiğine benzer) beyaz bere gösterileri yapıldı. Hürriyet gazetesi ve Ertuğrul Özkök mağdura empati ifade eden “hepimiz Ermeniyiz” sloganına karşı yeni tepkilerin kışkırtan yayınlar yaptı. “Osmanlı Ermenileri” konferansının karalanmasında başı çekenlerden, Türk Tarih Kurumu başkanı Yusuf Halaçoğlu da bir kere daha ortalığa dökülüp, mevkii ve göreviyle ne ilgisi olduğu belirsiz bir tarzda, cenazeyi küçümseyen, katılanları aşağılayan demeçler vermeye başladı.


• YARIN: MİTİNGLER, CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ VE 28 NİSAN E-MUHTIRASI

Ergenekon’u ilk Susurluk’ta gördük

Susurluk, Andıç ve Şemdinli, PKK ayrılıkçılığının ve PKK ile savaşın etkisi altında, yargı ve basın gibi bütün kritik kurumları dâhil, Türk siyasal hayatını kaplayan yeniden-askerîleşme sürecinin en büyük üç göstergesi oldu

Öcalan’ın yakalanmasını, PKK’nın önderlik ve siyaset krizi izledi. Bundan sonra, örgütün kısmen parçalanıp dağılma, silâhlı mücadeleyi sürdürüp sürdürmemek arasında bocalama ve fraksiyonlaşma, ateşkesler ile amacı belirsiz saldırılar arasında gidip gelme, isim ve kimlik değiştirmeyi deneme (KADEK, Kongra-Gel) dönemi başladı. Ama yine de Kürt sorunu ve Kürt sorunundan türeyen Güneydoğu’da şiddet sorunu, çeşitli hükümetlerin kapsamlı bir af çıkartma adımını atmamasının veya atamamasının da etkisiyle, kanayan bir yara, her zaman provokasyona açık bir alan olmaya devam etti.

İlk defa Susurluk skandalı, hem PKK’nın yenilgiye uğratılmasının perde arkasını, hem de bütün bu süreçte demokrasi ve hukuk devleti normlarının ne kadar büyük tahribata uğradığını gözler önüne serdi. 3 Kasım 1996’da Balıkesir-Bursa karayolunda, Susurluk ilçesi Çatalceviz mevkiinde meydana gelen trafik kazasından, yüksek rütbeli bir polis komiserinin yanı sıra, Abdullah Çatlı (ve sevgilisi Gonca Üs) ölü; devlet yanlısı korucu aşiretlerinin en ünlüsünün reisi, DYP Şanlıurfa milletvekili Sedat Bucak ise yaralı olarak çıktı. Çok sayıda silâh ve cephane ele geçirildi. Böylece “kirli savaş”ın üzerindeki perde bir ucundan aralandı ve altından, yasadışı polis-mafya-aşiret ilişkileri sırıttı. 1970’lerin MHP’li, Ülkücü katillerinden Çatlı’nın (ve benzerlerinin) gerek Kürtlere, gerekse Ermenilere yönelik cinayetlerin, bombalama olaylarının gerçekleştirilmesinde kullanıldığı, bunun için kendilerine sahte kimlikler düzenlendiği ve sistematik himaye gördükleri anlaşıldı. İlk ağızda olayın biraz üzerine gidilir gibi olduğunda, gizli bağlantılar çorap söküğü gibi çözülmeye başladı. Örneğin ünlü polis şefi, emniyet genel müdürü ve politikacı Mehmet Ağar’ın, hem “kayıp” bazı silâh ve susturuculardan, hem de uyuşturucu kaçakçılarına ve kendi yasadışı şebekesini kurup yer altı dünyasına adım atmış eski MİT’çilere sahte pasaport temininden sorumlu olduğu ortaya çıktı. Rezaletin büyüklüğü, İçişleri Bakanı sıfatıyla olayın üstünü örtmek isteyen Ağar’ın istifasını ve gerek onun, gerek Sedat Bucak’ın dokunulmazlıklarının kaldırılmasını beraberinde getirdi. Kapsamlı bir Susurluk Raporu dahi hazırlandı. Ama aynı zamanda, önemli figürlerden bir bölümünün, örneğin eski JİTEM mensubu Korkut Eken’in, ya da tuğgeneral (sonra emekli) Veli Küçük’ün etrafında, adetâ hukuka, yasalara meydan okuyan “millî kahramanlık” gösterileri sergilenmeye başladı. Bunlar 2004-2008 arasının ulusalcı ve Ergenekoncularını karakterize eden pervasızlığın ilk belirtileriydi. Nitekim bir yerden sonra soruşturma esrarengiz bir şekilde engellenip yavaşlatıldı. İlgili makamlardan doğru dürüst cevap alınamaz oldu; duruşmaların arası uzatıldı; birkaç mahkûmiyet kararının ötesinde, tepedeki şebekeler göz göre göre unutuluşa terk edildi.

Abdullah Öcalan’ın Suriye’den sınır dışı ettirilip sonra kovalanarak yakalanmasından az önce, PKK’nın ikinci adamıyken örgütten kaçarak Mesut Barzani’nin yanına sığınan Şemdin Sakık ve kardeşi Arif Sakık, Özel Harekâtçılar tarafından 1998 sonlarında Kuzey Irak’ta yakalanıp Türkiye’ye getirildi. Şemdin Sakık’ın sorguya alınmasından bir süre sonra, güya ifadelerinden alınmış bazı bölümler basına sızdırıldı ve büyük gazetelerin manşetlerine çıktı. Bu temelde, aralarında Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand gibi bazı ünlü isimlerin de bulunduğu çok sayıda basın mensubu ile bazı sivil toplum örgütleri, “para karşılığı PKK’ya destek vermek”le suçlandı. Bir cadı avı başlatıldı; gazete ve televizyonların Kürt sorunundaki resmî politikaya uymayan yorumcu ve muhabirlerden temizlenmesine girişildi; birçoğu işten atıldı ya da programlarına son verildi. Daha sonra bunun ardında, zamanın genelkurmay ikinci başkanı Çevik Bir ile genelkurmay genel sekreteri Erol Özkasnak’ın hazırladığı “Andıç” başlıklı yazıyla tezgâhlanan bir dezenformasyon harekâtının yattığı anlaşıldı. Basının bir bölümünün 2004-2008’de iyice netleşen yozlaşması, namuslu habercilikten uzaklaşması, milliyetçi-darbeci eğilimlerin kuyruğuna takılması, o dönemde başladı.

9 Kasım 2005’te Şemdinli’de, eski bir PKK’lı olarak bilinen Sefer Yılmaz’a ait bir kitap dükkânına bomba atıldı ve bir kişi öldü. Görgü tanıklarının yakından gördüğü bombacı kaçıp yakında bekleyen bir arabaya sığındı. Halk aracı kuşattı ve içindeki üç kişiyi polise teslim etti. Ancak arabadaki Ali Kaya ve Özcan İldeniz’in karakolda “emniyetteniz” demeleri ve gerçekten jandarma astsubayı olduklarının anlaşılması üzerine, hepsi ânında serbest bırakıldı. Bunun üzerine Şemdinli karıştı. Gerilen ortamda, savcı olay mahallinde ve astsubayların otomobilinde keşif yaparken, bir başka asker toplanan halka ateş açtı ve bir kişi daha öldü. Bu olayın sorumlusu Tanju Çavuş ile ilk bomba olayının faili, PKK itirafçısı Veysel Ateş, 12 Kasım’da önce gözaltına alındı fakat daha sonra onlar da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Bu sefer bütün bölgede protestolar yükselirken, 15 Kasım’da Yüksekova’daki bir gösteriye polisin ateş açması üç kişinin daha ölümüne yol açtı. Türkiye’nin güneydoğuda şiddeti tekrar tırmandırmayı amaçlayan bir provokasyonlar zinciriyle karşı karşıya geldiği açıklık kazanırken, Başbakan Erdoğan bu işin asla peşini bırakmayacaklarını belirtti. Ne ki, Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya, bomba provokasyonunu tezgâhlayan ve gerçekleştirenler hakkındaki 100 sayfalık iddianamesinde, bir demecinde sanık astsubayları “iyi çocuklar” olarak nitelemiş bulunan Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ı da, “yargıyı etkilemeye çalışmak, örgüt kurmak, sahte belge düzenlemek ve görevini kötüye kullanmak”la suçladığında —ve bu iddianame, Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildiğinde— kıyamet koptu. Ordudan gelen tepki ve baskılar karşısında AKP ve hükümet liderleri yüzgeri etti. Savcı derhal görevden alınmakla kalmadı; Cumhuriyet tarihinde eşi görülmedik bir muameleye maruz bırakıldı: 20 Nisan 2006’da Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından, “mesleğin şeref ve onurunu ve memuriyet nüfuz ve itibarını” zedelediği gerekçesiyle meslekten ihraç edildi. Böylece avukatlık yapma hakkı dahi elinden alındı. Bu sonuç demokratik kamuoyunun yüzüne, 12 Eylül’le kurulan, Özal’la gerileyen ama Kürt sorunu etrafında tekrar güçlenen bir yarı-askerî rejimin son tokadı gibi indi. Ve bir kere daha asıl zedelenen, hukuk ile devlet arasında bir tercih yapması gerektiğinde devlet otoritesini ya da “millî çıkar”ları seçen yargı ve yargının bağımsızlığı oldu.
Bu satırların yazarı, 1990’ların ilk yarısında düzenlenen bir aydınlar toplantısında yaptığı konuşmada, Kürt sorununun bu denli bir şiddet tırmanışına dönüşüyor olmasına ilişkin bir karşılaştırmaya girmiş ve bir öngörüde bulunmuştu. 1950’lerin ikinci yarısında “Cezayir savaşı”nı ne pahasına olursa olsun bastırma çabası, Fransız ordusu içindeki şahinlerin Gizli Ordu Örgütü’nü (OAS) kurmalarına yol açmış; “ölümüne uzlaşma karşıtlığı”nın bu direnişi, Charles De Gaulle’ün cumhurbaşkanlığını ve daha genel olarak Fransa demokrasisini tehdit eden boyutlara ulaşmıştı. Ama De Gaulle yılmamış; bir yandan OAS’ın üzerine giderken diğer yandan Evian Görüşmelerini sonuca ulaştırmak suretiyle Gizli Ordu Örgütü’ne hayat veren bataklığı kurutmuştu. Acaba Türkiye’yi de benzer bir tehlike mi bekliyordu? Susurluk, Andıç ve Şemdinli, PKK ayrılıkçılığının ve PKK ile savaşın etkisi altında, yargı ve basın gibi bütün kritik kurumları dâhil Türk siyasal hayatını kaplayan yeniden-askerîleşme sürecinin en büyük üç göstergesi oldu. Bu sürecin ne kadar korkunç boyutlara ulaştığı ise, 2007-2008 yıllarında asıl Ergenekon tutuklamaları ve iddianamesiyle ortaya çıktı. Ergenekon’un köklerinin Kürt sorununda yattığına dair yazılıp çizilenler, OAS metaforunu doğruladı.

1989-2002: DARALIP KISIRLAŞAN SİVİL POLİTİKA • Susurluk ve Andıç gibi olayların üzerine gidilememesine paralel bir diğer gelişme, Özal sonrasında siyasetin üzerine serpilen ölü toprağıdır. Bu, Kürt sorunu etrafında bir dokunulmazlık alanı yaratarak kendini tartışılmaz kılan askerî vesayetin yükselişinin hem nedenleri, hem sonuçları arasında yer aldı.
Giderek daha sık yapılan erken seçimler ortamında, örgütlerin, önderliklerin ve oy oranlarının istikrarsızlığı 1989-2002 arasının genel kuralı haline geldi. 12 Eylül öncesi ve sonrası partilerinin hemen hepsi, 1950’ler, 60’lar ve 70’lerdeki toplumsal tabanlarıyla bir daha tam buluşamadı; sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan büyük değişimler içindeki bu kesimlere, sosyal sınıf ve katmanlara taze bir damar yakalayarak güven veremedi. Bunun yerine, gerek merkez-sağ ve gerekse merkez-solda bölünme, birleşme ve yeniden bölünmeler; kılık değiştirmeler; eski liderler ile “emanetçi”leri arasında nöbet değişimleri ve “gezici” siyasetçilerin partiden partiye geçişi gibi olgular belirdi. Bu tür makyaj çabalarının beslediği özlemler geçici oldu ve yerini hayal kırıklıklarına bıraktı. Alternatifler hep aynı dar ve giderek bayatlayan yelpazeye sıkışınca, seçmen tercihleri rastgeleleşti ve oynaklaştı. Seçim sonuçlarında hızlı ama kısmî yükselişler ile aynı derecede anî ve bazen komple çöküşler yaşanmaya başladı.
Somut olarak;

ANAP’ın düzenlediği 6 Eylül 1987 referandumunda, 12 Eylül yasaklarının kaldırılması yüzde 50,1 “evet” oyuyla kabul edildi. Süleyman Demirel DYP, Bülent Ecevit de DSP başkanlığına geri döndü. Özal’ın halkoylamasından önce ilân ettiği 29 Kasım 1987 erken seçimlerini, yüzde 36 oy ve 292 milletvekilliğiyle ANAP kazandı. SHP yüzde 24 ve 99 milletvekilliyle ikinci, DYP yüzde 19 ve 59 milletvekiliyle üçüncü oldu. DSP, (MHP’nin halefi) Milliyetçi Çalışma Partisi ve Refah Partisi (MSP’nin halefi), getirilen yüzde 10 barajını aşamayarak TBMM dışında kaldı.

Ortanın Solu’nda Deniz Baykal tekrar sahneye çıktı ve HP-SODEP birleşmesiyle oluşan SHP’de hizip mücadelesi vermeye başladı. 25 Haziran 1988’de Erdal İnönü bir kere daha SHP genel başkanı seçildi. Teşkilâta hâkim olan Baykal, kazandığı genel sekreterlikten İnönü’yle anlaşmazlığının derinleşmesi üzerine Eylül 1990’da istifa edip, 29 Eylül 1990’daki olağanüstü ve Haziran 1991’deki olağan CHP kurultaylarında iki kez daha şansını denedi. Ancak her seferinde kazanan ve üstelik prestiji daha da yükselen, Erdal İnönü oldu. 

26 Mart 1989 yerel seçimlerini SHP’nin kazanmasının ardından, yolsuzlukların da yıprattığı Turgut Özal, daha önce belirttiğimiz gibi bir “yukarıya kaçış” manevrasına girişti ve SHP-DYP muhalefetine karşın 9 Kasım 1989’da cumhurbaşkanı seçilmeyi başardı. Bunun üzerine Anavatan Partisi’nde de iktidar mücadelesi baş gösterdi. 1991 Haziran’ında, yani CHP olağan kurultayıyla aşağı yukarı aynı zamanda, Mesut Yılmaz ANAP genel başkanı seçildi ve aynı yılın Ekim’inde erken seçime gidilmesi kararlaştırıldı.

20 Ekim 1991 seçimlerini yüzde 27 oy ve 178 milletvekilliğiyle DYP kazandı; Özal’ın yokluğunda ANAP 115 milletvekilliğinde kaldı; HEP’le ittifak yapan SHP ise yüzde 20 oy ve 88 milletvekiliyle üçüncü sıraya indi. Ecevit’in DSP’si 7 milletvekilinde kalırken, Erbakan’ın RP’sinin 62 sandalyeye fırlaması, merkez partilerinin derinleşen iflâsı karşısında siyasal İslâmın son on beş yıldaki yükselişinin ilk işaretini verdi. 20 Kasım 1991’de DYP genel başkanı Demirel, Erdal İnönü’nün başbakan yardımcılığını üstlendiği bir DYP-SHP koalisyon hükümetini kurdu.

SHP’nin 1991 seçimlerindeki başarısızlığı Deniz Baykal’ı tekrar umutlandırdı. Ancak 25-26 Ocak 1992’deki olağanüstü kurultayda İnönü Baykal’ı bir kez daha yendi ve genel başkanlığa seçildi.

1992-2002: TABANI KÜÇÜLEN KOALİSYONLAR • Derken 1992 Haziran’ında, 12 Eylül rejiminin kapattığı partilerin aynı adla açılmasını engelleyen yasanın kaldırılması, oyunun kurallarını tepeden tırnağa değiştirdi. 3 Mayıs 1992’de, eski CHP’nin son Genel Yönetim Kurulu’nun hayatta kalan üyeleri bir bildiri yayınlayarak partinin 9 Eylül 1992’de tekrar kurulması çağrısında bulundu. Bu tarihte, 1980 öncesindeki son delege listeleriyle toplanan kurultayı Deniz Baykal kazandı ve CHP başkanlığının kazandırdığı güçle, SHP ve DSP’yi “birlik” adına sıkıştırmaya başladı. İlk ağızda 21 milletvekili SHP ve DSP’den ayrılıp önce bir hülle partisine, sonra da CHP’ye geçti. Böylece Baykal parlamentoda grup kurmayı da başardı. Deniz Baykal’ın 2002 sonrasında, özellikle Kıbrıs ve Kürt sorunlarında devletçi-milliyetçi, mevzilere girip AKP’nin AB reformlarına sağdan muhalefet etme, hattâ bir ordu müdahalesinin pususuna yatma çizgisi belirginleştiğinde, 1992’deki tırmanışına “acaba bir devlet projesi miydi ?” diye bakan yorumcular oldu.

1993 yılındaki gelişmeler, Baykal’ın önünü biraz daha açtığı gibi, başka devir-teslimleri de beraberinde getirdi. 24 Ocak’ta ünlü gazeteci, Cumhuriyet yazarı Uğur Mumcu öldürüldü. (Uzun yıllar karanlıkta kalan bu cinayetin, “irtica” güçlerinin üzerinde kalabileceği hesabıyla, şimdi Ergenekon diye bilinen milliyetçi-darbeci odağın uzantılarınca işlenmiş olması olasılığı, 2008’de yeni yeni beliriyor). 17 Nisan’da Cumhurbaşkanı Özal’ın âni ölümü siyaset sahnesini büsbütün karıştırdı. Demirel’in 9. cumhurbaşkanlığına aday olması ve SHP’nin desteğiyle üçüncü turda seçilmesi ise, bir yönüyle, Özal’dan sonra onun da partisi DYP’yi terk etmesi anlamına geldi. 3 Haziran 1993’te Tansu Çiller, Demirel’in eski emanetçisi Hüsamettin Cindoruk’u yenilgiye uğratarak DYP genel başkanlığını kazandı. Çiller Cumhuriyet tarihinin ilk kadın başbakanı olmaya da hazırlanırken, SHP lideri ve başbakan yardımcısı Erdal İnönü, beklenmedik ve geri dönüşsüz olduğunun altını çizdiği bir kararla siyaseti bırakacağını açıkladı. İlginçtir ki PKK’ya karşı eskisinden çok daha sert ve kapsamlı yöntemlerin kullanılması açısından da bu, bir dönüm noktası oldu. 2 Temmuz 1993’te, 37 aydının Sivas Madımak Oteli’nde yakılması faciası yaşandı. Eylül kurultayında SHP’nin başına Murat Karayalçın geçti. Böylece Özal-Demirel-İnönü üçlüsünün hepsi yerlerini çok daha çapsız haleflere bırakmış; bu kuşak değişimiyle, ortanın sağı ve solunda önderlik kademelerinin vasatlaşması, seviyesizleşmesi daha ileri boyutlara ulaşmış oldu.  

Tansu Çiller’in 1993-96 arasındaki başbakanlık döneminde gündemi hemen tamamen ordunun modernizasyonu ve PKK’ya karşı “düşük yoğunluklu savaş”ı kapladı. Çiller hükümetleri, ya da Çiller-Güreş iktidar ortaklığı, siyasetin, militarizasyonu bakımından bir doruğu olduğu kadar, geleneksel merkez-sağın artık kendi kendini yenileyemez ve ülkeyi idare edemez hale gelmesi bakımından bir dip noktayı da ifade etti. Basın ve kamuoyu da en fazla bu dönemde bunaldı. Çıkışsızlık hissi yaygınlaşırken, Cem Boyner’in başını çektiği Yeni Demokrasi Hareketi bir umut kıpırtısı yarattı. Ne ki, Boyner’in Kürt sorununa barışçı çözümden her söz edişinde almaya başladığı tehditlerin yanı sıra, tecrübesizliği ve çalışma arkadaşlarına danışmadan sağ partilerle temas araması da, YDH’nin daha program ve platformunu oluşturmadan dağılma sürecine girmesine yol açtı. Son bir liberal-demokratik yenilenme fırsatı da bu şekilde heba edildi. 1995 seçimlerinde yüzde 0,48 oyda kalmasının ardından Boyner’in istifası, YDH deneyine son noktayı koydu.

1994 yerel seçimlerinde DSP, SHP ve CHP’nin oy toplamının yüzde 25’i aşamaması, unutulmuş-kanıksanmış birleşme çabalarını tekrar gündeme getirdi. 18 Şubat 1995’te toplanan ortak kurultayda 1003 delege CHP’de birlikten, 635 delege SHP’de birlikten yana oy kullandı. Bunun üzerine SHP kendini feshedip CHP’ye katıldı. Hikmet Çetin oybirliğiyle genel başkan oldu. Ancak Deniz Baykal hizbi Adnan Keskin’in şahsında genel sekreterliği bırakmadı ve teşkilâttaki üstünlüğünü Hikmet Çetin’i kısa zamanda ekarte edip 9 Eylül 1995 kurultayında yine Baykal’ı genel başkan yapmak için kullandı.

Bugün 30 ziyaretçi (35 klik) kişi burdaydı!
salihtaslinkleri.tr.gg
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol