SALIH TAS

İcatlar

TEKERLEĞİN İCADI

  Tabiatta hiç bir örneğine rastlanmadığı halde, bize son derece doğal gelen ve modern tekniğin ekseni olacak kadar önemli bir icadı, tekerleği de Güneybatı Asya'ya borçluyuz. Elimize, tekerleğin hangi tarihte icat edildiğini gösterecek hiç bir belge geçmemiştir. Ancak bu aracın günümüze en eski çağlardan geldiği de kesindir. Amerikalı arkeolog Speiser, Gawra'da, M.Ö. 3.000-2.500 yıllarının kalıntılarında tekerleğe rastlanmış; İngiliz meslektaşı Woolley de Ur'da, M.Ö. 2.950 yıllarından kalma mezardan bir tekerlek çıkarmıştı. Ne gibi bir ihtiyacın bu icada yol açtığı kesinlikle bilinmiyor. General Frugier'nin ilginç ve inandırıcı varsayımına göre; Yontma Taş Çağı'ndan başlayarak insan, avladığı hayvanı, kaya parçaları gibi bazı şeyleri taşıma ihtiyacını duymuştur. Bu soruna çare ararken, kesilmiş bir ağacın yuvarlandığını, böylece taşımayı kolaylaştırdığını fark eden insanlar yüklerini iki ağaç kütüğünün üzerine koymayı akıl ettiler. İngiliz tarihçisi Maccurdy'ye göre; tekerleğin atası, tomar denilen silindir biçiminde durulmuş kağıt ya da deridir. Bu gelişmeyi kazılar da doğrulamaktadır. Yapılan kazılarda Sümer ülkelerinde, M.Ö. 3.000'den kalma kızaklar ve arabalar çıkartılmıştır.

Tekerleğin icadını hemen arabanın izlediği kesindir. Bir çift tekerleği dingille birleştirmek ve buna demirsiz bir saban oturtmak işten bile değildir. Gerçekten de, M.Ö. 3.000 yıllarının Sümer kalıntılarında rastlanan arabalar böyledir. Sürücüsü, iki tekerleğin arasına konmuş bir eyere, ata biner gibi otururdu. Bu taslak çabuk gelişerek dört tekerlekli bir araç oldu; fakat henüz ön tekerlekler sabitti.

Bu araca ilkin hangi hayvan koşulmuştu? Fransız arkeologu Georges Contenau'ya göre, yaban eşeği. O dönemde, bu bölgede at bilinmiyordu ve henüz sözünü etmediğimiz Türkler atı ehlileştirmişlerdir.

Ortaçağda önemli bir rol oynayacak olan bu ulus. Orta Asya, Doğu Sibirya ve Mançurya'da yaşamaktaydı. Henüz Yontma Taş Çağı'nda yaşayan bu göçebe halkın hayatı, Babil ve Mısır uygarlığının tam karşıtıydı. Ama onların buz gibi ve dümdüz steplerde uzanan ülkeleri. Yakın Doğu'nun güneşli ve serin vahasının da karşıtı değil miydi? Asyalı göçebe halkın hayatı, her çeşit yiyeceğe alışan bu yorulmaz hayvanın, atın sırtında geçiyordu. Onu gem'e alıştıran Türklerin Güneybatı Asya'ya akınları sonucunda, bu bölgede atı tanıdı, ilk uygarlıklar, insanlığın bu en soylu buluşunu, paha biçilmez armağanını onlardan aldılar.

Koşum kayışlarıyla arabaya bağlanan atla birlikte ilk savaş aracı da doğmuş oldu. Antik dünya, arabayı ve atları bu korkunç görünümüyle ilk defa tanıyordu. Sonra M.Ö. 2.000 yılında Mezopotamya'da görülen araba, giderek Sami ırkından Hiksosların akınıyla Mısır'a girince, Firavun'un ordusunda, 1917'de ilk müttefik tanklarının Alman askerleri üzerinde yarattığı paniğe benzer bir korku yarattı. Mısırlılar hayvan gücü olarak henüz öküz ve eşekten yararlanıyorlardı. Ancak tecrübeden çabuk ders almayı bildiler. istilâcıları ülkeden atar atmaz bu yeni savaş aracını kullanmaya başladılar. Öyle ki. Mısır tarihinin en parlak dönemi olan Yeni İmparatorluk'tan kalan belgeler, Firavun'u gelecek kuşaklara savaş arabasının üstünde, bir eliyle dizginleri tutar, ötekiyle de düşmanı yere serer biçimde gösterebilmiştir.

Bunu izleyen on yüzyıl boyunca, araba, savaş alanlarında fetih aracı olarak hizmet etti. Asurlular, M.Ö. 1.000 yıllarında bir sürücünün kullandığı, iki savaşçıyı çeken çift at koşulmuş arabaları sayesinde dünyaya egemen oldular. Asur'un ünlü kralları Surgon ve Assurbanipal birçok şehirleri, güçlü savaş makineleri halini alan arabalarıyla kuşattılar. Bu arabaların, tekerlekleri üzerine oturtulmuş ağır koçbaşlarıyla şehir kapılarına saldırdılar; savaşçılar kalkanlarının arkasına saklanarak kale duvarlarının üstüne yürüdüler. Ancak bu ağır "topçu gücü"nün yanı sıra yeni bir silahlı birlik daha meydana getirmişlerdi: Atlılar. Bir halı parçasının üzerinde oturan bu eyersiz ve üzengisiz Asur atlıları, İskender'in fetihlerine yol açan öncüler oldular.
TELEFONUN İCADI

1876 yılında Alexander Graham Bell telefonu icat ettiğinde, insan iletişiminde yeni bir çığır açıldı. Bell'in buluşundan önce, bir mesajı en hızlı iletmenin yolu, Mors alfabesiyle telgraf hatlarından ulaştırmaktı. Ancak telgraf kullanımında, insan sesinin teller aracılığıyla aktarılmasına olanak yoktu. Kendi dönemine göre yeni bir yöntem sayılan telgraftan önce, acil mesajların atlı ulaklar, duman işaretleri, güvercinler ve gemiler kullanılarak iletilmesi gerekiyordu. 1870'li yıllarda pek çok insan, telgrafı geliştirmek için çaba harcıyordu. Ancak Bell, tek başına ipi göğüslemeyi başardı. Bell, tüm hayatını sağırların eğitimine adamıştı. Bir yandan da telgrafı geliştirmeye ve bu sayede para kazanmaya çalışıyordu. Deneyleri sırasında, bir odadan diğerine gerdiği telin yansıttığı ses titreşimlerini duydu. Bu zayıf sesi, diğer mucitler de duymuş olsalar bile, büyük farklılığı kavrayamadıkları hemen hemen kesindi. Bell, insan kulağının titreşimleri güçlendirmesi konusundaki derin bilgilerinin yardımı ve tel aracılığıyla insan sesinin aktarılmasının mümkün olduğunu kavradı. Böylece, telefon doğdu. On yıl içerisinde, önce Amerika'ya daha sonra da tüm dünyaya yayıldı.

XIX. yüzyılın son çeyreğinde Morse telgrafı standart araçları, kuralları ve uzmanlarıyla tam örgütlenmiş bir kamu hizmeti durumuna gelmişti. Ve sayısız araştırmacılar daha da geliştirmek için harıl harıl çalışmaktaydılar. Çabaları özellikle iki yön izlemekteydi: En kısa zamanda masrafları karşılayacak azami hızı ulaşımda sağlamak; bir de Morse alfabesini bir yana bırakıp mesajları normal yazıyla alabilmek...

Birincisini duplex (çift taraflı haberleşme) tekniğiyle yani her iki yönden birden mesaj göndermek yoluyla sağladılar. Bu güzel icat iki kişinin eseri oldu: Wheatstone (1852) ve Amerikalı Stearns (1868). Ünlü Thomas Edison da bunu 1871'de guadruplex sistem haline soktu.

İkinci sorun için ilk çözüm bulan İngiliz Davit Hughes (1831–1900) oldu.1855'te alfabenin harflerine karşılık olan bir klavye teklif etti. Ama yine de en köklü çözüm yolunu basit bir telgraf teknisyeni olan Fransız Emile Baudot (1845–1903) gösterdi. 1874'te karma bir yol Hughes ile şirketinin kullandığı Morse makinelerinin birleştirilmesini teklif etti. Ve bunu gerçekleştirmeyi başardı. Böylece yazılı bir telgraf meydana getirmekle kalmadı, birkaç mesajı (5–6 taneyi) birden gönderme imkânını da sağlamış oldu.

Açıkgöz bir adam olan Baudot, icadının beratını almaya ve makinesini P.T.T.'ye kabul ettirmeyi başardı. Bunun kendisine paraca bir tatmin sağladığı söylenemezse de adının Morse'unki gibi gelecek kuşaklara bir cins isim olarak kaldığını görmek kıvancına erişti.

Telefon Baudot'nun ilk denenmesi sırasında icat edildi.

Bu icadın da uzun bir geçmişi olmuştur. İlkini, sicimi: telefonu (Hooke) bir yana bırakalım; 1782'de sesleri 800 m. uzağa götürmeyi deneyen Papaz Dom Gauthey'i de anıp geçtikten sonra, bu alanda ciddi ilk çalışmayı yapmış olan Amerikalı Charles Page'a (1812–1873) gelelim. Page yumuşak demir parçacıklarını hızla mıknatıslamak ve mıknatıslığını gidermek yoluyla sesleri almayı başarmıştı. Meslektaşı Cenevreli fizikçi Auguste de la Rive (1801–1873) bunu geliştirdi ve işi, telefonun gerçek ön-icatçısı olarak sayacağımız Alman fizikçi Philipp Reiss (1801–1873) ele aldı.

Reiss makinesi sesin titrediği bir zardı ve bu titremeler elektrik devresini kapatmaktaydı.

Reiss, uluslararası üne sahip bir bilgin değildi. Öyle ki, çalışmaları kendini aynı çalışmalara vermiş olan Amerikalı profesörün kulağına rastlantıyla çalındı. Bu bir diksiyon profesörünün oğlu olup 3 Mart 1847'de Edinburg'da doğan Graham Bell idi. Kendisi de babası gibi fonetikle konuşma mekanizması ve sağır dilsizlerle ilgilenmişti. Bu alandaki incelemeleri sırasında Holmholtz'un "İşitme Duyusu Açısından Müziğin Fizyolojik Teorisi" (1863) adlı eserinden, elektromıknatısın etkilediği bir diyapazon aracılığıyla nasıl sesler elde edilebileceği hakkında fikir edinmiş ve elektrik konusunda incelemeler yapmaya başlamıştı.

1872'de A.B.D.'ye göç eden ve Boston Üniversitesine ses fizyolojisi profesörü olarak atanan Bell, sağırlarla ilgili projelerini bir yana atmış değildi; hatta bir sağır kadınla evlenmişti. O kadar ki, 1875'te bir telgraf maniplesi aracılığıyla bir diyapazonu onlar için titreştirmişti. Günün birinde diyapazonun yerine mıknatıslı maden parçaları kullandı ve bunlardan birinin kuru bir ses çıkararak elektromıknatısa gidip yapıştığını gözlemledi. Ani bir esinlemeyle irkildi. Maden parçacıklarının yerine bir zar yerleştirdi ve zarı titreşimlerine göre direnci değişen bir elektrik devresine bağladı. Sonra telin öbür ucunda çalışmakta olan asistanına seslendi: "Bay Watson, gelin! Size ihtiyacım var." Watson şaşkın ve ürkek bir tavırla koşup geldi: Patronunun sesini telefondan duymuştu.

Bu olay 10 Mart 1876'da olmuştu. O zamanlar ilim adamları bu icadı Amerika'nın en olağanüstü buluşu olarak nitelemekteydiler, ama o haliyle çok olduğu da bir gerçekti. Bir elektrik jeneratörüyle çalışmıyordu. Elektrik akımını yaratan, vericideki manyetik alanın değişimleriydi ve bu telden geçerek alıcıdaki elektromıknatısı harekete getiriyordu. Bu durumda 10–12 metreyi aşamazdı. Aygıtı ilk geliştiren Edison oldu (1876). Vericiye bir pil bağlayarak gücünü artırdı. 1878' de Hugnes mikrofon'u icat etti ve böylece zarların titreşimleri sonucu elde edilen sesleri büyük oranda yükseltmek mümkün oldu.

Böylesine olağanüstü bir buluş, sözgelişi, New York'ta iken Boston'daki arkadaşının sesini duymak görülmemiş bir heyecan yarattı; olaylara, kıskançlıklara, kinlere ve davalara konu oldu. ilk davayı açan Amerikalı değerli teknisyen Elisha Gray (1835–1901) idi. içine kapanık bir araştırmacı olan Gray telefonu Graham Bell'le aynı zamanda bulmuş, ama ne yazık ki beratını ondan iki saat sonra istemişti. Bu 120 dakikalık gecikme mahkemelerin, haklarını reddetmesi için yetti. Graham Bell'in, icadını telgraf şirketi Western Union'a teklif edip (1877) reddedilmesinden sonra kurulan Bell Telephone Şirketi aleyhine; sözde başka mucitler, geliştiriciler ve rakipler tarafından bir yığın davalar açılmaya başlanmış, bir yandan da berat meseleleri çevresinde tatsız didişmeler ve açgözlü çekişmeler almış yürümüştü.

Bütün davalar art arda gerçek mucidin lehine sona ermekteydi. Telefon da bir yandan durmadan yayılmakta, teller şehirlerden şehirlere uzanmaktaydı. 1880 yılında Amerika'nın 35 eyaleti telefon santralına kavuşmuş ve 70.000 abone kaydetmişti. Bell 4 Ağustos 1922'de Halifax'da öldüğünde A.B.D. ve Kanada'daki 17 milyon abonelik şebekede ulaşım bir dakika durduruldu.

1876'da telefonun icadı bunca hayranlık dolu bir şaşkınlık yarattıktan sonra fonografın etkisi ne oldu, bir gözünüzün önüne getirin. Oysa bu konu da ani olarak patlak vermemiş, çalışmalar az çok kulaktan kulağa duyulmuştu. Bilim adamları uzunca bir süreden beri uğraşmaktaydılar; hatta 1857'de yarı yola varmışlardı bile. O yıl mütevazı bir basın musahhihi olan Fransız Edouard-Leon Scott (1817–1879), gerçek bir kaydedici fonograf imal etti. Bu, altında bir silindirin döndüğü madeni bir sivri uç ve buna bağlı bir zardan oluşmuştu. Bu zarın önünde konuşulunca ya da şarkı söylenince sesler sivri madeni uç aracılığıyla silindirin üzerinde titreşimli izlet bırakıyordu.

Bu kaydetmenin tersinin olabileceği yani sivri ucu bu izlerden bir daha geçirmek yoluyla söz ya da müziği yeniden meydana getirmek bambaşka bir alandı elbet. Ve kolay kolay kimsenin aklına gelecek şey de değildi. Bunu ilk düşünen Charles Cros (1842–1888) adında bir Fransız oldu. Cros şair, mizahçı, hem de bilim adamıydı. Bir yandan şiirler yazıyor, bir yandan da teorik olarak renkli fotoğraf, gezegenler arası ulaşım ve fonograf tasarlıyordu. Tasarıları gerçekleşti ve 1877'de Bilimler Akademisine, "paleophone" adını verdiği gerçekte bir fonograf olan bir aletin planını sundu.

Edison'un bu çalışmadan haberi oldu mu? Yoksa yalnızca bir rastlantı sonucu olarak mı bilmiyoruz; tıpatıp aynı ilkelere dayanan makinesi için berat istedi. Edison'u bu makinenin önünde çocukça bir şarkı olan "Mary had a little lamb -Mary'nin minik bir kuzusu var" şarkısını söylerken görenler, makinenin az sonra hımhım bir sesle bunu tekrarladığını duydular.

1878'in fonografı bir oyuncaktı, ama inanılmaz bir gelişme gösterdi ve günümüzün elektrofon ve mikrosiyon plaklarına bir yığın yeni buluş ve icatlara yol açtı
 TELESKOPUN İCADI

Teleskop (Yunanca tele = uzak ve skopein = bakmak), uzaydan gelen her türlü radyasyonu alıp görüntüleyen astronomların kullandığı bir rasathane cihazıdır. 1609 yılında Galileo Galilei tarafından icat edilmiştir.

Uzaydaki cisimlerden yansıyarak veya doğrudan doğruya gelen, gözle görülen ışık, ultraviyole ışınlar, kızılöte ışınlar, röntgen ışınları, radyo dalgaları gibi her türlü elektromanyetik yayınlar kainat hakkında bilgi toplamak için çok lüzumlu delillerdir. Bu deliller ya klasik manada optik teleskoplarla veya çok daha modern radyo teleskoplarla incelenir.

Teleskop yapı olarak objektif, oküler ve bu mercekleri muhafaza eden bir tüpten meydana gelmiştir. Objektif cinsine göre iki tür teleskop vardır. Uzaydan gelen ışıklar teleskop içinde bir aynaya çarpıp, prizmadan geçtikten sonra göze geliyorsa bu türe yansımalı teleskop denir. Uzaydan gelen ışıklar merceklerden doğrudan geçip göze geliyorsa bu türe de kırılmalı teleskop adı verilir.
Teleskopun gücü, topladığı ışık miktarıyla orantılıdır. Teleskopun objektif çapı büyüdükçe ışık toplama kabiliyeti artar. Mesela, 50 mm çaplı bir teleskop 5 mm çaplı gözbebeğine oranla (50/5)² veya 100 kat daha çok ışık toplar. Teleskoplarda yansıma kayıpları olabileceği için bu miktar yüzde on kadar azalır. Astronomlar parlaklık farklarını logaritmik artan değerler şeklinde tarif etmişlerdir. Parlaklıktaki 100 kat fark, teleskop skalasında 5 değeriyle görülür. Karanlık gecede insan gözü ışık şiddeti 5 değerli yıldızı görebilir. Kaliforniya'daki Palomar Dağında bulunan Hale Teleskopu objektif çapı 5 metredir. Bu teleskop göze nazaran bir milyon kat ışık toplar.

Teleskopta teşekkül eden görüntünün netliği atmosferin menfi yönde etkisine bağlı olarak değişir. Teleskoptaki kararlılık 2 yay saniyesi için geçerlidir. Atmosfer şartları, bazen bu açıyı 0,25 yay saniyeye kadar düşürür. Bu durumda inceleme yapılan yıldız değil de yakınındaki yıldıza ait görüntüler kaydedilebilir.

Teleskopta görülebilecek bir cisim aşağıdaki formülle ifade edilir:

Yay derecesi = 2,5 · 106 · λ / a

* λ radyasyonun dalga boyu ve a teleskop objektif açıklığıdır.

Teleskopun ışık toplama gücüyle büyütme gücü farklıdır. Teleskopun büyütmesi teleskop odak uzaklığının oküler odak uzaklığına oranıdır.

Gök cismini inceleyen teleskopun dünya dönüşünü takip edecek yukarı aşağı ve yana hareket etmesi için takip düzenleri vardır. Hareketlerin çok hassas olması gerekir. Atmosfer etkilerinin de hesaba katılarak teleskop konumuna hareket verilir. Teleskop hareketleri modern teleskoplarda elektronik devreler ve bilgisayar yardımıyla yürütülür.

Radyo teleskoplar yapı olarak optik teleskoplara benzer. Uzaydan gelen elektromanyetik yayınları alabilmek için 100 metre çapında antenler kullanılır. Anten, ışığın ayna vasıtasıyla odaklanması biçiminde elektromanyetik yayını, odakları ve çok hassas radyo alıcılarında yükseltilerek incelenmesine imkan tanır.

CassegrainTeleskop.svg.png

Cassegrain Teleskobu

1983 sonlarında uzay ilim adamları uzun mesafeleri daha hassas görebilmek gayesiyle çok maksatlı uzay teleskopunu dünya etrafındaki yörüngesine oturttular. Uzay teleskopu, ışığı toparlayan 2,4 metre boyunda Cassegrain reflektörü yardımıyla ultraviyole astronomisinde çığır açmıştır. Bu proje NASA (National Aeronautics and Space Agency) ile ESA (European Space Agency)'nın ortak yapımıdır.

Uzay teleskopunun faaliyete geçmesiyle:

Gözlemler yer yüzeyinden 500 km yükseklikten gece-gündüz devam eder.

Atmosferin yuttuğu bazı elektromanyetik radyasyonlarla ultraviole ve infraruj ışınların bir kısmı tespit edilir. Yer yüzünden en yüksek dağ tepesinden dahi bu radyasyonlar kaydedilmemektedir.

Atmosferin özelliği dolayısıyla cisimlere ait görüntülerin birbirine etkisi ortadan kalkar. Böylece küçük bir cisimden gelen ışığın teferruatlı incelenmesi mümkün olur.

Uzay teleskopu dört ana sistemden meydana gelir:

Teleskop, ışığı toplayıp cihazlar bölümüne gönderir.

Cihazlar bölümü, teleskoptan gelen ışığı analiz eder.

Jeneratör, güneş enerjisini elektrik enerjisine çevirerek teleskop ve cihazları besler.

Kontrol sistemleri, ısı ve elektrik kontrolünü yapar, dünya ile irtibat sağlar.

Uzay mekiği aracılığıyla yörüngeye yerleştirilen uzay teleskopunun çalışma süresi 15 senedir. Her 2,5 senede bir astronomlar tarafından ara bakımlarının yapılması gerekmektedir. Büyük onarımlar için uzay mekiği aracılığıyla dünyaya geri getirmek de mümkündür.

Uzay teleskopunun cihazlar bölümü ilmi araştırmaların yapılmasına yarayan 5 cins cihazdan meydana gelmiştir:
Geniş sahalı gezegenler kamerası. Bu kameranın görevi gezegenler arası kozmik mesafelerin tespit edilmesi ve gezegenlerin fotoğraflarının çekilmesidir.

Zayıf görüntüler kamerası. Bu kameranın görevi 120 ile 700 nm (denizmili) dalga boyundaki ışıkları tespit etmektir. Bu ışıklar dünya yüzeyinden en kuvvetli teleskoplarla dahi görülemez. Bu cihaz böylece galaksilerdeki yıldızların mesafelerini tayin etmekte kullanılacaktır.

Zayıf görüntü spektrometre. Bu cihaz 70 nm dalga boyundaki ışıkları analiz eder. Aktif galaksi merkezlerinin fiziki ve kimyevi yapıları incelenir.

Yüksek güçlü spektrometre. Dalga boyu 110 ile 320 nm olan ışıkları analiz eder. Yıldızlararası gazların bileşimlerini ve fiziki durumlarını incelemeye yarar. Büyük kızıl yıldızlarda kütle kaybolmasının tespiti bu spektrometreyle yapılabilmektedir.

Yüksek süratli fotometre. Bu cihaz uzaydaki muhtelif ışık kaynaklarının şiddetini galaksi ışıklarından süzerek ölçmeye yarar. 120 nm dalga boyundaki ışıkları 1/1000 saniyede filitreliyebilir. Atmosfer böyle bir ölçüme hiçbir zaman müsade etmez.

ÜTÜNÜN İCADI

İnsanlar giysilerindeki kırışıklıkları giderebilmek için uzun uğraşlar vermişlerdir. Bu uğraşılar sonunda değişik yöntemler bulmuşlardır.Başlarda odun, Cam , mermer gibi Aletler kullanıldı. Taşların ısıtılıp giysilerin üzerinde gezdirilmesi ile ütünün temelleri atılmaya başladı. Tarihte ilk kez sapı olan bir demir parça ile ütüleme işleminin yapılması 17. yüzyılda gerçekleşmiştir. Ocaklarda ısıtılarak kullanılan ütüler zamanla kor ve kömür ile ısıtılan içi oyuk ütülerle yer değiştirdi. 19. yüzyılda ise ocak ya da sobaların ısıtıcı olarak kullanılması standart hale geldi.

Henry W. Seely (ABD) ilk defa ütünün taban kısmını ısıtmak için Elektrik kullandı ve 1882 de elektrikli ütüyü icat etmiş oldu.Ütü iki karbon tabaka arasında kalan elektrik arkı sayesinde ısıtılıyordu.

1883 yılında ütüyü kablosuz hale getirip daha güvenli bir hale getirdi. Çalışma sistemi günümüzdeki sistemle çok benzerdi. kablonun prize takılması ve ısıtılması gerekiyor, daha sonra prizden çıkarılıp rahatça kullanılabiliyordu. Tüm bunlara karşın, ütü oldukça pahalı ve dayanıksız bir aletti. Elektriğin yeni yeni yaygınlaşması ve satışların düşüklüğü nedeniyle ticari bir başarı elde edemedi.

Ütüler zaman içinde gelişti. 1926 yılında Eldez isimli bir kuru temizleme firması buharlı ütüyü üretti. Fakat geçmişteki başarısızlık buna da yansıdı. İnsanlar henüz bunu kullanamaya hazır değillerdi.. Bu yüzden bir başarı elde edilemedi.

O günlerde beri ütüler çok gelişti. Günümüzde kullanılan ütülerin çok büyük bir kısmı buharlıdır. Üretiminin ilk yapıldığı yıllarda pek ilgi görmese de gerçekten çok yararlı bir özellik olduğu anlaşıldı. 

TELEVİZYONUN İCADI

TELEVİZYON sözcüğü, "uzak" anlamındaki Yunanca tele ve "görme" anlamındaki Latince visio sözcüklerinden gelir. Buna göre, televizyonun sözcük anlamı "uzaktakini görme''dir.
İlk televizyon görüntüsünü 1926'da İskoç mühendis John Logie Baird yayımlamıştır. Önceleri görüntüler noktalar halinde ve titrekti, ama Baird bunları giderek iyileştirdi. Baird'in sisteminde mekanik olarak döndürülen diskler kullanılıyordu; bunun karşısında, Marconi-EMI sistemi gibi elektronik olarak işleyen rakip sistemler de vardı.

Resim Oluşturma

Televizyonda ilk sorun, görüntüyü, yani stüdyo ya da bir başka yerdeki sahneden yansıyan ışığı, uzun mesafeleri aşabilecek, katı cisimlerin içinden geçebilecek ve köşeleri dolanabilecek bir biçime dönüştürebilmektir. Elektrik akımı bunların hepsini yapabilir ve ışık ta da elektriğe dönüştürülebilir. İkinci sorun, sahnenin görüntüsünü yeniden oluşturmak için, alıcıdaki bir ışık kaynağını bu elektrik akınıyla denetleyebilmektir.

Üzerine ışık düşen bazı maddelerin değişime uğramaktadır. Bu tür maddelerden yararlanarak, değişen şiddetteki (parlaklıktaki) ışığı, bu değişimlere karşılık düşen elektrik akımlarına dönüştüren aygıtlar yapılabilir.

Sahnenin önüne bir fotosel yerleştirirsek, bunun üreteceği akım yalnızca yansıyan ortalama ışık miktarı kadardır. Demek ki, oluşturulacak resmin niteliğine ya da hangi bölümlerinin aydınlık, hangi bölümlerinin karanlık olması gerektiğine ilişkin herhangi bir bilgi bu yöntemle elde edilemez.

Bu güçlüğün üstesinden gelmek için sahne küçük bölümlere ayrılır ve her bölümden gelen ışık sırayla fotoselin üzerine düşürülür. Bunu yapmanın en basit yolu (ama en iyisi değil), üzerine sarmal düzende delikler açılmış, disk biçiminde bir obtüratör (örtücü ya da ışık kesici) kullanmaktır. Eğer bu obtüratör sahne ile fotosel arasına yerleştirilir ve delikleri sırayla açık kalacak biçimde döndürülürse, her bir deliğin açık kalışında, sahnenin bir başka küçük bölümünden yansıyan ışık fotoselin üzerine düşer. Fotosel her ışık alışında, almış, olduğu ışıkla orantılı bir elektrik vuruşu üretir. Tarama olarak adlandırılan bu yöntemi 1884'te Alman mühendis Paul Nipkow (1860-1940) bulmuş, Baird de uygulamıştır.

Modern yöntemin temelinde ise, ışığa duyarlı maddeyle kaplanmış, bir yüzeyin kullanılması yatar. Bu türden işe yarar ilk aygıtı, yani kamera tüpünü, Rus asıllı fizikçi Vladimir Zworykin (1889-1982) geliştirdi. Zworykin, ikonoskop adını verdiği bu aygıtın patentini 1923'te aldı, ama yapım güçlükleri nedeniyle bunu ancak 1929'da gösterime sunabildi. Bugün uygulanmakta olan sistemler çok daha gelişmiş olmakla birlikte, temelde ikonoskop ilkelerine dayanır.

Kamera tüpü, bir biçimiyle, havası boşaltılmış, ve kutu içine yerleştirilmiş bir cam silindir görünümündedir. Silindirin bir ucunu düz bir cam yüzey oluşturur ve çekimi yapılan sahnenin görüntüsü merceklerin yardımıyla bu yüzeyin üzerinde odaklanır.

Bu yüzeyin iç yanı elektrik iletebilen, saydam bir maddeyle kaplıdır; bu katmana sinyal levhası denir. Bu katmanın iç yanı da, ışığa duyarlı, ışıliletken (fotoiletken) bir maddeyle kaplıdır. "Hedef" olarak adlandırılan bu katman, her biri minik bir fotosel işlevi gören milyonlarca tanecikten oluşur. Görüntüden gelen ışık sinyal levhasından geçer ve hedefin üzerine düşer. Bu durum her taneciğin üzerine düşen ışığın şiddetiyle belirlenen bir miktarda artı yüklü hale gelmesine yol açar. Böylece hedefin üzerinde, çekimi yapılan sahnenin, değişken elektrik yükü dağılımıyla belirlenen bir görüntüsü oluşur.

Silindirin öbür ucunda, hedefe elektron demeti salan bir elektron tabancası vardır. Silindirin dışına da, üzerlerinden elektrik akımı geçirilen bobinler yerleştirilmiştir. Bu elektrik akımı, tarama üreteci denen devrelerce üretilir ve elektron demetini denetlemeye yarar. Bu denetimin yardımıyla elektron demeti, üst köşesinden başlayarak hedefi bir uçtan öbür uca yatay olarak tarar; sonra ikinci satırı taramak için yeniden başa döner ve hedef bütünüyle taranıncaya kadar bu böylece sürüp gider. Sizin gözleriniz de bu sayfayı buna çok benzer bir biçimde taramaktadır. Elektron demeti hedefin dibine ulaştığında akım değişir ve demeti tekrar başlangıç noktasına taşır. Tarama işlemi sürekli olarak yinelenir.

Elektronlar eksi yüklü olduğundan, hedef üzerindeki fotoseller "mozaiği"ni bir baştan bir başa taranan demet, taneciklerdeki artı yüklerin etkisini ortadan kaldırır, yani onları nötrleştirir. Bu, bir elektrik akımının oluşmasına yol açar. Eğer sahnenin görüntüsü belirli bir noktada parlaksa yük de büyük olacağından, sonuçta oluşan akım da büyük olur. Görüntüdeki karanlık bir nokta yalnızca küçük bir akım yaratır. Böylece, elektron demeti hedefi taradıkça değişken bir sinyalin doğmasına neden olur. Resim ya da görüntü sinyali denen bu değişken sinyal, resimdeki ışık ve gölgelerin elektriksel karşılığıdır.

Elektron demeti herhangi bir tanecik üzerindeki yükün etkisini yok edip o noktayı geçer geçmez yük yeniden doğar ve demet aynı noktayı yeniden tarayıncaya kadar da varlığını sürdürür. Bütün kamera tüplerinde görülen bu depolama etkisi, modern sisteme, Nipkow diskini kullanan eski mekanik tarama yönteminde bulunmayan bir duyarlılık sağlar.

Demetin bir satırın ya da alanın sonuna her gelişinde, kameraya bağlı bir aygıt özel eşzamanlama (senkronizasyon) vuruları üretir.  Demek ki, stüdyodan gelen iki ayrı sinyal dizisi (resim sinyalleri ve eşzamanlama vuruşları) ile stüdyo mikrofonlarından gelen ses sinyallerini de sayarsak, üç ayrı sinyal dizisi bulunmaktadır.

Dünyanın farklı yerlerinde, özellikle televizyon resmini oluşturmak üzere taranan satır sayısı açısından farklı standartlar uygulanır. ilk günlerdeki Baird sisteminde, seçiklik derecesi düşük, yani ayrıntı sayısı görece az olan resimleri üretmek için 30 satır taranırdı. Eğer bir tam taramada kullanılan satır sayısı arttırılırsa, ayrıntı sayısı da artar ve resim daha net hale gelir. Avrupa standardı 625 satırdır; tamamlanan 625 satırlık her dizi bir resim oluşturur. Aynı standarda göre, bir saniyede oluşturulan resim sayısı 25'tir ama, geçmeli tarama denen ve resimdeki titrekliği azaltan bir yöntemde (önce tek sonra çift satırlar tarandığından), her saniye 50 kez yarım resim taranmış olur. ABD'de ise 525 satır taranarak saniyede 30 resim oluşturulur.

Resim Gönderme

Mikrofondan gelen ses sinyalleri bir taşıyıcı dalga üzerinde taşınır (bu, ses sinyallerinin radyo dalgalarıyla taşınmasına benzer). Resim sinyalleri ile eşzamanlama vuruları için ise ikinci bir taşıyıcı dalga kullanılır.

Uzaya yayılan sinyaller, evlerdeki alıcılar tarafından toplanır, yükseltilir ve ayrılır. Ses taşıyıcı dalga işlevini tamamladığında bir kenara ayrılır. Ses sinyalleri ayrı bir yükselteçten geçirilerek hoparlöre gönderilir. Resim sinyalleri ile eşzamanlama vurularını getiren taşıyıcı dalga da bir yana ayrılır.

Televizyon alıcısı kapalıyken ekranı grimsi beyazdır. Bu renk, alıcıdaki katot isimli tüpün (lambanın) on yüzündeki camın içini kaplayan fosforışıl maddeden kaynaklanır. Bu kaplamanın herhangi bir noktasına bir elektron demeti çarptığında, bu noktada ışıklı bir benek oluşur, elektron demetinin şiddeti ne kadar büyükse, bu nokta o kadar çok ışıldar.

Tüp ekranın hemen ardında daralır ve silindir biçiminde bir boyun oluşturur. Boynun iç yanında, ekranın üzerine elektron demeti salan bir elektron tabancası vardır. Elektron demeti ekranı tarar; bu, kamera tüpünde olduğu gibi, tarama üreteçlerinde üretilen ve tüpün boyun çevresine yerleştirilmiş bobinlerden geçirilen akımlarla sağlanır. Eşzamanlama vuruları tarama üreteçlerine beslenir ve böylece üreteçler denetim altında tutularak alıcıdaki tarama ile verici kameradaki tarama arasında eşzamanlama sağlanır. Elektron demeti hareketsiz haldeyken fosforışıl kaplama üzerinde parlak bir benek oluşturur; ama tarama hareketi çok hızlı olduğundan göz aldanır ve bu benekler, topun yüzünde bir uçtan bir uca uzanan, alt alta sıralanmış yatay çizgiler (satırlar) halinde görülür. Resim sinyali elektron tabancasını denetleyerek, demetteki elektron sayısını, dolayısıyla da beneğin parlaklık derecesini belirler. Örneğin, kameradaki demet sahnedeki beyaz bir noktayı tarıyorsa, üretilen sinyal büyük olur. Bu resim sinyali alıcıya ulaştığında elektron tabancasının -daha fazla elektron salmasına neden olur ve sonuçta ekranın üzerinde beyaz bir benek oluşur. Ama kamerayla taranan siyah bir noktaysa, üretilen resim sinyali atıcının elektron tabancasından herhangi bir elektron çıkışı sağlamaz ve ekran üzerinde bu noktada hiçbir ışık gözükmez. Böylece ekranda resim, hızla hareket eden ve parlaklığı değişen tek bir benek tarafından oluşturulur; ama benek son derece hızlı hareket ettiğinden, insan gözü bunu bütün bir resim olarak algılar. Hareket etkisi sinema filmlerinde olduğu gibi, birbirinden biraz farklı sabit resimlerin hızla gösterilmesi yoluyla oluşturulur.

Renkli Televizyon Sistemleri

İlk renkli televizyon gösterisini 1928'de John Logic Baird gerçekleştirdi, ama ticari amaçlı renkli televizyon sistemlerinin geliştirilmesi için bunun üzerinden 25 yıl geçmesi gerekti. Bunlardan ilki 1954'te ABD'de geliştirilen ve bugün ABD'nin yarı sıra Kanada, Meksika ve Japonya'da hala kullanılmakta olan NTSC'dir ("Ulusal Televizyon Sistemleri Komitesi" anlamına gelen İngilizce National Television Svstems Committee sözcüklerinin baş harflerinden). PAL sistemi ise ("Satır Atlamalı Faz" anlamına gelen Phase Alternation Line sözcüklerinin baş harflerinden) NTSC"nin değişik bir biçimidir ve Almanya Federal Cumhuriyeti'nde geliştirilmiştir. Türkiye'de ve Fransa dışındaki öbür Avrupa ülkeleri ile Avustralya'da bu sistem kullanılmaktadır. Fransa, Rusya, Macaristan ve Cezayir'de ise SECAM ("Bellekli Elektronik Renk Sistemi" anlamına gelen Fransızca Systeme Electronique Couleur Avee Memoire sözcüklerinin başharflerinden) sistemi kullanılmaktadır.

Renkli Televizyon

Beyaz da içinde olmak üzere hemen her renk, uygun miktarlardaki kırmızı, yeşil ve mavi rengin karıştırılması yoluyla elde edilebilir. Renkli televizyon işte bu ilkeye dayanır.

Renkli televizyon kamerasında üç kamera tüpü vardır. Bunlardan birinde yalnızca kırmızı rengi geçiren bir filtre, ikincisinde yalnızca yeşil rengi geçiren bir filtre, üçüncüsünde de yalnızca mavi rengi geçiren bir filtre vardır.

Stüdyo sahnesinin görüntüsü aynalar aracılığıyla her iki tüpün üzerine düşürülür. Tüpler, yukarıda anlatılan siyah-beyaz televizyon kamerası tüpleri gibi çalışır ve her tüp bir resim sinyali ve eş zamanlama vuruşu üretir. Kırmızı filtreli kamera tüpünden gelen sinyal, sahnenin kırmızı bölümlerini: öbür ikisinden gelen sinyaller de yeşil ve mavi bölümlerini temsil eder. Modern kameralarda, özellikle de ucuz olanlarında daha az tüp vardır. Siyah-beyaz kameralardakine benzeyen ışığa duyarlı kaplama, ayrı renk sinyallerinin üretilebilmesini sağlayan bir renkli filtreler mozaiğiyle örtülmüştür.

Eğer üç kamera tüpünden alınan sinyaller yükseltilir ve birinin ekranı kırmızı, birininki yeşil, birininki mavi renkte ışıyan fosforışıl maddeyle kaplı üç katot ışınlı tüpe beslenir ve sonuçta elde edilen resimler aynaların yardımıyla üst üste düşürülürse, ekranda yalnızca kırmızılar, yeşiller ve maviler değil, özgün sahnenin bütün renkleri görülür ya da bir başka deyişle ekran tam renkli hale gelir. Renkli televizyon göstericileri böyle çalışır.

Üç ayrı renk sinyalinin iletimi için kullanılan frekans bandı genişliği, bir siyah-beyaz verici istasyonun frekans bandı genişliğinin yaklaşık üç katıdır ve bu nedenle de üç ayrı renk sinyali gönderilmesi ekonomik değildir. Bu sorun, seçiklik derecesi (ayrıntı miktar) yüksek siyah-beyaz bir resim gönderilip bunun içinin, çok daha az ayrıntıya inmek koşuluyla, renkle doldurulması yoluyla çözülür. Bu, insan gözü açısından da kabul edilebilir bir çözümdür. Renge ilişkin bilgi, "siyah-beyaz" görüntü sinyaline eklenen bir alt taşıyıcı dalgayla taşınır, böylece ek bir bant genişliğine gerek kalmaz. Bu alt taşıyıcı dalga, siyah beyaz bir alıcıda hemen hemen hiç fark edilmediği için sistem bu açıdan da uygundur. Bu yöntemle, her üç renge ilişkin bütün bilgi, bir siyah-beyaz verici istasyonunun kullandığı frekans bandından daha geniş olmayan bir frekans bandına sıkıştırılabilir.

Basit sistem için anlatılan üç ayrı katot ışınlı tüp, alıcıda tek bir tüp halinde birleştirilmiştir. Bu tüpün izleme ucu, üzerinde minik üçgenler biçiminde düzenlenmiş yaklaşık 1,7 milyon fosforışıl nokta bulunan bir ekran oluşturur. Üçgen gruplarından birinin üzerine bir elektron demeti çarptığında, üçgendeki noktalardan biri kırmızı, öbürü yeşil, üçüncüsü de mavi renkte ışır. Tüpün öteki ucuna üç elektron tabancası yerleştirilmiştir. Üzerinde küçük, yuvarlak delikler bulunan ve elek denen bir metal levha, elektron demetinin başka bir renkten fosforışıl nokta üzerine düşmesini önler; yani, örneğin yeşil tabancadan çıkan elektron demeti her üçgende yalnızca yeşiil renkte ışıldayan noktanın üzerine düşer. Eğer bir üçgendeki her üç nokta üzerine de aynı anda kendi elektron demetleri düşmüşse, üçü de ışıldar, ama bu noktalar birbirine o kadar yakındır ki, göz bunları tek bir beyaz ışık noktası olarak algılar.

Japonya'da geliştirilmiş olan Trinitron tüpünde, sıra halinde üç demet üreten tek bir elektron tabancası bulunur. Bunun perdesi yarıklıdır ve tüpün yüzeyindeki üç renkli fosforışıl katman noktalarından değil, yüzey boyunca yan yana sıralanmış çok sayıda ince şeritten oluşur. Bu düzenleme son derece net resimler verir. Bu tüpler günümüzde hızla eski elekli tüplerin yerini almaktadır. Katot ışınlı tüplerin yerine de, yarıiletken tekniklerinin uygulandığı düz panel ekranlar geliştirilmiştir. Minyatür televizyon aygıtlarında ise, hesap makinelerinde ve sayısal (dijital) saatlerde kullanılan türden sıvı kristalli göstericilerden yararlanılmaktadır.

Herhangi bir renk üç özelliğe göre tanımlanır. Bunlar, rengin koyuluğunu ya da açıklığını gösteren parlaklık ya da seçiklik; rengin siyah ve beyaz katılmadan önceki halini belirten ton; rengin içinde bulunan katışıksız renk oranını veren doymuşluktur.Televizyona gelen sinyalden bu özellikler yeniden oluşturularak, aslına uygun bir resim elde edilebilir.

Kablolu Televizyon

Fazlaca yaklaşılamayan ortamların gözlenebilmesi için televizyon kullanımı giderek yaygınlaşmaktadır. Örneğin bir enerji santralındaki kazanlar ve basınç göstergeleri, bunların görüntüsünü denetim merkezine ileten bir televizyon kamerası aracılığıyla sürekli izlenebilir. Radyoaktif maddelerin hareketini ve dökümhanelerde büyük parçaların izlemek ve denetim altında tutmak için de televizyon kullanılabilir. Denenmekte olan roket ve jet motorlarının durumu ya da batmış bir gemiyi kurtarma işlemleri de televizyonla izlenebilir. Tıp öğrencilerine hastanenin bir başka yerinde yapılmakta olan ameliyatın yakın çekimlerini sınıflarındayken izletmek ve bilimsel araştırmalarda pek çok iş için televizyondan yararlanılabilir. Güvenlik merkezindeki aygıtlara bağlı kameralar da elektronik "bekçi” görevi görebilir.

Kapalı devre" televizyon olarak adlandırılan bu tür televizyon sistemleri kısa mesafeler için yararlıdır. Kamera ile alıcı arasındaki bağlantı kabloyla sağlanır. Bazı büyük mağazalardaki televizyon sistemi bu türdendir.

Kablolu televizyon evde çeşitli programları izlemek için de kullanılabilir. Bir kablo ağı aracılığıyla uydu-yer istasyonlarına bağlanılarak bütün dünyadaki televizyon programları izlenebilir; ama seçilen kablo kanalının ücretinin de ödenmesi gerekir.

Televizyon programlarını uzun mesafelere göndermek için, televizyon sinyallerinin belirli aralıklarla yerleştirilmiş aktarıcı (role) istasyonlarında güçlendirilmeleri gerekir. Eğer verici istasyona 80 kilometreden daha uzaktaysanız, aldığınız resimler oldukça kötü olabilir. Bunun nedeni, televizyon sinyallerinin bir doğru boyunca yol alması ve Dünya'nın yuvarlak olması nedeniyle de giderek yeryüzünden uzaklaşıp uzay boşluğunda kaybolmalarıdır.

Dünya Çapındaki Televizyon Ağları

İzleyicilerin uzak ülkelerdeki olayları anında izleyebilmeleri için, uzaya çok sayıda güçlü haberleşme (iletişim) uydusu gönderilmektedir. ABD ile Avrupa arasında gerçekleştirilen denizaşırı, düzenli yayınlar vardır; bütün Avrupa'yı kapsayan mikrodalga radyo ve kablo ağı Eurovision adıyla anılır. Televizyon yayınlarının bir uydu aracılığıyla doğrudan evlere iletilebilmesini sağlayan DBS ("Uyduyla Doğrudan Yayın" anlamına gelen İngilizce Direct Broadcasting by Satellite sözcüklerinin baş harflerinden) sisteminden çeşitli ülkelerde yararlanılabilmektedir.

TV Oyunları ve Bilgi

Videonun bulunması televizyon için yeni kullanım alanları yaratmıştır. Videobant kaydının kullanılması, resimlerin ve seslerin saklanarak istenilen sıklıkta yeniden üretilebilmesine olanak verir. Futbol maçlarının verildiği canlı yayınlarda, heyecanlı anların "anında yeniden gösterilmesi" de bu yöntemle olanaklı olmaktadır. Dahası, bir kanal izlenirken bir başka kanaldan yayımlanmakta olan program videovla kaydedilebilmektedir.

Televizyonlarda elektronik oyunlar oynanabildiği gibi, bir bilgisayar veri tabanıyla sağlanan bilgileri gözden geçirmek için gene televizyondan yararlanılabilir. Bilgisayar veri tabanının sağladığı bilgiler ya da daha genel bir anlatımla bir teletekstin (telemetin) *elektronik sayfaları" televizyon sinyalleriyle gönderilir ve resim için kullanılmayan yedek hatlarda kodlanmış olarak görünür. Gerekli kod çözücüleriyle donatılmış alıcılarda, izleyici uzaktan kumanda aygıtındaki bir düğmeye basarak bilgi isteyebilir ve bu bilgiyi televizyon ekranından izleyebilir. İlk teleteks sistemleri İngiltere'de 1976'da geliştirilen Ceefax sistemi ile 1978'de geliştirilen Oracle sistemidir. Daha sonraları ABD'de Infotext, Kanada'da Telidon ve başka birçok ülkede farklı sistemler geliştirilmiştir. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu da 1990'da teleteks hizmeti sunmaya başlamıştır.

Viewdata ya da videotex çok daha gelişmiş, bir sistemdir ve daha geniş bir veri tabanını kapsar. Televizyon veri ya da bilgi bankasına telefonla bağlanır ve sayfalar telefon hatlarıyla gönderilir. Bu iki yönlü olarak işleyen bir sistemdir: Kullanıcılar istedikleri bilgiyi alabildikleri gibi, başka kullanıcılar için mesajlar da bırakabilirler. Ayrıca yer ayırtma ve mal siparişi gibi hizmetler için de bu sistemden yararlanabilirler.

Televizyon evlerde izlenen bir eğlence aracı olarak başlamış, ama gün geçtikçe gelişen ve çoğalan kullanım alanlarıyla bugün artık hemen hemen herkes için yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. John Logie Baird'in 1926'da ilk titrek görüntüleri "küçük ekranda" göstermesinden bu yana televizyon teknolojisinde gerçekten çok önemli gelişmeler olmuştur.

TELETEKSİN İCADI

Faks (Fax) cihazının bulunmasıyla birlikte, kullanımı giderek azalan, sadece yazı aktarabilen, 1970'li yılların popüler iletişim aygıtı.
Teleks, daktiloya benzer bir klavyeye sahiptir. Aynı telefon numarası gibi bir numarası olur. Karşı tarafın teleks numarası aranır, gönderilmek istenen veri, klavyeden girildiğinde, dakikada 45,5 bit hızıyla, karşı tarafın teleks aygıtında bulunan bir şaryodan kağıda dökülürdü.

Teleks ilk olarak 1930'da Almanya'da, 1970'te Küba ve Pakistan arasında kullanıldı. Grafik, resim, fotoğraf vb. aktarımı sağlayamadığı, ağır ve hantal bir yapıya sahip olduğu, veri iletiminin yavaşlıkları gibi nedenlerle bugün demode sayılmaktadır. 

TERMOSUN İCADI
Tek sebebi var vakum yani boşluk. Bir termosta iç içe geçmiş iki kap vardır. Dıştaki metal bir kap olup içteki genellikle bir cam şişedir. İkisinin arasındaki hava ise boşaltılmıştır. Tam olmasa da üreticiler tarafından elde edilebilen tama yakın bir boşluk vardır.

Vakumlu bir ortamda hava molekülleri de olmadığından ısı ilet ilemez. Cismin ısısı başlangıçta ne ise o halde kalır. İçerden dışarıya dışarıdan içeriye ısı geçişi olmaz. Termosun içine kahve konulursa ısısı dışarı kaçamayacağı için kahve sıcak kalır soğuk su koyarsanız dışarıdan içeriye ısı giremeyeceği için su ısınmaz soğukluğunu muhafaza eder.

Vakumlu yani havasız ortamın izolasyon özelliği 1643 yılından Toricelli'nin bugünkü termometrelerin atası olan cıvalı barometreyi icadından beri biliniyordu. Ne var ki yaratılan vakumu muhafaza edebilecek aynı zamanda da ısıyı iletmeyecek lastik türü malzemelerden o zamanlar kimsenin haberi yoktu.

Termos başlangıçta kahve veya soğuk suyun sıcaklığını muhafaza etmek için değil bir laboratuar aleti olarak sıvı ve gazları muhafaza etmek amacı ile tasarlandı. İngiliz fizikçi Sir James Dewar 1890′lı yıllardaki bu buluşunun patentini hiç bir zaman almadı ve bilimsel kuruluşlara bağışladı.

Dewar'ın Alman asistanı Reinhold Burger bu cihazdaki ticari geleceği iyi gördü ve 1903′de Almanya'da patentini aldı. Hatta ismi için ödüllü bir yarışma dahi açtı. Kazanan isim Yunanca ‘ısı' anlamına gelen ‘Thermos' oldu. Bu isim 1970 yılına kadar ticari bir marka olarak kaldı. Sonraları bu tip cihazların genel ismi olarak herkes tarafından kullanılması kabul edildi.

Termosun daha çok tanınmasını ve evlerde yaygın olarak kullanılmasını sağlayanlar kuzey ve güney kutbuna giden kaşifler Everest'in tepesine çıkan dağcılar ve zeplin yolcuları oldu. Dünyanın bir ucuna giderken bile kahveyi sıcak tutabilen termosa karşı insanların güven duyguları arttı. Termos piknik çantasında unutulmaması gerekenlerin içinde en baştaki yerini aldı.
TEYPİN İCADI

Teyp; elektrik işaretlerinin saklaması ve gerektiğinde yeniden işaretlerine dönüştürülebilmesi amacı ile kullanılan kayıt cihazlarına verilen addır. İngilizce şerit kaydedici anlamındaki tape recorder (okunuşu: Teyp rikordır) sözcüğünden kökenlenir.

Teyp cihazlarında kayıt ortamı olarak birden fazla kez kayıt yapılabilen manyetik şeritler kullanılır. Bu cihazlar yardımı ile; ses, görüntü vb. veriler örneksel veya sayısal veriler halinde kaydedilebilmekte ve okunabilmektedir. 2005 yılında üretimine son verilen Sony firması ürünü DAT (Digital Audio Tape / Sayısal Ses Şeridi) sayısal veri kaydedebilen cihazlardandır. Optik sürücüler, sabit disklerin ve okunabilir-yazılabilir bellek yongalarının gelişimi ile sayısal veri saklanmasında teyp cihazlarının kullanımını azaltmıştır.

Tarihçe

Manyetik ortama kayıt yapılabileceği fikrini ilk kez ortaya atan, ABD'li mühendis Oberlin Smith'dir. Smith 1888 yılında Electrical World dergisine yazdığı bir yazıda konu ile ilgili fikirlerini yayımlamıştır. 1894 yılında Danimarkalı kaşif Valdemar Poulsen, sesi elektrik işaretlerine dönüştürerek manyetik bir ortamda saklamayı başarmış ve 1898 yılında telegraphone adını verdiği bu cihazın Danimarka patentini almıştır. Poulsen'in cihazında kayıt ortamı olarak mıknatıslanabilir çelik tel kullanılmıştır. İlk zamanlarda kullanım alanı bulamayan bu keşif, 1927 yılında ABD Donanması Araştırma Laboratuvarları'nda yapılan çalışmalar ile geliştirilmiş ve kayıt telinin alternatif akım ile düzenlenmesi yöntemi (İng:AC Bias) keşfedilmiştir.
1930'larda Alman Magnetophone Şirketi kağıt band yerine plastik bandı buldu. Nazi Almanyasında teyplerden propaganda aracı olarak çok istifade edildi.

Teyp, prensip olarak, bandı süren motor mekanizması, manyetik alan üreten veya alan manyetik kafa ve elektrik sinyallerini yükselten yükseltici (amplifikatör) ve hoparlörden meydana gelmiştir. Teyplerden genel olarak motor bandı saniyede 38, 19, 9,5 ve 4,75 cm hızla sürer. Yüksek sürat sesin kaliteli kaydolmasına sebep olur. Normal ev teyplerinde band sürati 9,5 veya 4,75 cm/sn'dir. Kayıt kafasına kazandırılan ilave bir özellikle bir banda dört ayrı kayıt almak mümkündür. Kayıt kafası her defasında bandın bir bölümüne kayıt yapar. Bu özellikten istifade edilerek stereofonik teypler yapılmıştır. Dört ayrı kayıt özelliği bir banda çeşitli seslerin montajını, sese yankı imajı (eko) vermeyi de sağlar.

Kayıt işlemi

Mikrofondan ses olarak alınan ve yükselticiden geçen kaydedilecek elektrik sinyali kafa denilen içerisinde bobin bulunan manyetik demirden banda tatbik edilir. Band kafaya çok yakın olarak basit bir hızla geçirilir. Kafadaki bobin elektrik sinyalinin şiddetine bağlı olarak şiddeti değişen manyetik alan meydana getirir. Bu manyetik alan band üzerindeki manyetik malzeme taneciklerini sinyal şiddetine göre konumlandırır. Kayıt yapılacak bandda manyetik taneciklerin manyetize olmamış durumda olmaları gerekir. Daha önce kayıt yapılmış band her defasında silinerek yerine yeni kayıt alınır.

Seslendirme işlemi

Seslendirmede band kafanın karşısından kayıt yapılan hızda geçirilirse bu defa band üzerindeki manyetik malzemenin dizilişine bağlı olarak kafadaki manyetik akım şiddeti değişir. Manyetik akımın değişmesine paralel olarak kafadaki bobinde voltaj değişmeleri olarak istenilen elektrik sinyali elde edilir. Bu sinyaller yükseltildikten sonra hoparlörden ses olarak elde edilmiş olur.

Kayıt silme işlemi

Kayıt silme işlemi iki türlüdür. Birinci metod; band makara halinde kuvvetli alternatif akımla elde edilen manyetik alan içerisine sokulur. Manyetik alan yavaş yavaş sıfıra getirilir. İkinci metodsa kayıt kafası yanına konulan ikinci bir kafayla banda yüksek frekanslı kuvvetli bir manyetik alan tatbikiyle olur.

Teyp bantları

Plastik bantlarda manyetik malzeme olarak kırmızı demiroksit (Fe2O3) kullanılır. Bu manyetik malzemenin pudra haline getirilmesi, taneciklerin ebatları oldukça hassas bir iştir. Kırmızı demiroksit taneleri iğne biçiminde ve boyları bir mikron (metrenin milyonda biri) uzunluğundadır. Daha kuvvetli sinyal kaydı için siyah demiroksit (Fe3O4) malzeme kullanılır. Siyah demiroksidin silinmesi zordur. Manyetik malzeme selüloz asetat band üzerine her tarafta eşit dağılım sağlayacak ve kolayca yerinden kopmayacak şekilde özel hazırlanmış yapıştırıcı macunla sıvanır. Normal olarak bir teyp bandının kalınlığı 0,04 mm kadardır. Poli etilen teraftalattan yapılan bantlar pahalı fakat üstün özelliklere sahiptir. Sanayi tipi teyp bantları bir makara üzerine çapı 30 cm oluncaya kadar sarılabilir. Kapalı kaset biçiminde de sarılan teyp bantları pratikte daha çok kullanılmaktadır.

Bugün 29 ziyaretçi (34 klik) kişi burdaydı!
salihtaslinkleri.tr.gg
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol